Ön not: Bu yazı 5 günlüğüne New York City'ye gidecek ama benim iş yoğunluğum nedeniyle yanlarında olamayacağım süper insanlar-şahane çift-çok yeni evli-sıkı cimbomlu orhan ve esra'ya hem bir kolaylık hem de bir hatıra olması düşüncesiyle yazılacaktır. Fakat sadece onlar okuyacak ve kullanacak diye bir kural yoktur:) Çok çok araştırma yapmayayım ama pek sorun da yaşamadan 4-5 gün bu şahane şehri dolaşayım diyenler gözgezdirip işlerine yarayan kısımları alabilirler. ama uyarayım imla kurallarına pek dikkat edilmeyebilir.
Canlar, jfk'ye indiniz işlemleri hallettiniz yerel saat 18.00 suları olacak. hemen airtrain'e doğru yönelin. airtrain jfk terminalleri arasında yolcuları taşıyan sistem. bu ücretsiz. ona binip jamaica station'a gideceksiniz. jamaica station ise sizi new york metrolarına bağlayan ilk durak. gördüğünüz bir büfeden veya otomatik makinalardan doldurulabilir manyetik kart alın. içine en azından bi 15-20 dolar atın çünkü 1 hafta esraya lazım olacak. aslında 1 haftalık sınırsız geçiş kartlar da var ama pek bulunmuyor. bulabilirseniz ondan alın 1 tane. orhan sen turnikenin üstünden atla:) dediğim gibi q4 hosteli kesinlikle öneriyorum. başka bir şey seçip riske girmeye gerek yok. şu anda geceliği 110 tl. 5 günlük yer ayırtın. bu esnada yüzde 10 unu ödüyorsunuz. otele giriş yapınca geri kalanını ödüyorsunuz. ama gene yüzde 10 gibi bi kdv ekliyorlar. abd'de gördüğünüz her fiyat kdvsiz fiyat. o kdv eklenecek:) seçim yaparken 4 veya 6 kişilik female dorm room seçin. wireless var, havlu veriyorlar. tabi şampuan sabun filan yok. orhan galiba sen esrayı buraya bırakıp jersey e geçeceksin. oraya nasıl gidilir bilmiyorum ama (siz oraya gidip asıl şehrinize dahi yerleştiğiniz zaman yani ben bu yazıyı bloga gönderirken nasıl gidildiğini öğrenmiş oldum, çok da kolaymış... jfk'den tren istasyonuna servisler oluyormuş, e metro zaten var, ikisinden birini kullanıp istasyona gidip oradan da taam senin gideceğin kasabaya kadar tren varmış, o istasyondan da taksiye atlayıp 3-4 dakika içerisinde otelde olabiliyormuşsun...) neyse; hostel için, jamaica station dediğim yerden bi 3 dk. yürüyerek gene aynı sistem içerisinde sutphin blv - archer ave dene yere yürüyorsun. wtc tarafına giden E trenine biniyorsun. 5 durak sonra queens plaza da in. hemen 1 dk. yürüyorsun cadde üzerinde köşede binayı görüyorsun. girin, kaydı yaptırın, orhan sen de odayı bi gör için rahat etsin. seveceksiniz. acıktık, ayrılmadan önce birşeyler yiyelim biraz ağlaşalım derseniz hemen cadde karşısında güzel pizzacı var. veya onun yanında kfc benzeri bir yer var. ortalama kişi başı 9-10 dolares. e hadi artık geç oldu, orhan daha 2 belki 2,5 saat yol gidecek. karşıya geçin; kızı ve 500bin doları bırakıp uzaklaşın. polise haber vermeyin. evet esra, kaldın yalnız... biliyorum çok üzgün, heyecanlı, yorgun ve jet-lag sın. hemen uyumaya çalış. sabah 7'de kalk. dolu dolu geçireceğin 5 günün var.
1.gün: direk bas git wtc'ye. manhattan ın merkezi. dün gece yatmadan önce wtc'nin sitesine girip visitor kaydı yaptır. bi çıktı al. bununla gireceksin. hem yıkılmış binaların yerine yapılmış anı duvarlarını gör hem de yeni binaları... çık oradan sokak sokak yürü. hemen her sokakta ayrı bir bina ayrı bir güzellik var. trinity kilisesi, wall street, abd bağımsızlık bildirgesinin imzalandığı bina, vs. bunlar hep yanyana. aşağı manhattan da. hemen nehrin kıyısına in, şöyle bi köprüleri izle. sonra sağa doğru yürü, özgürlük heykelinin bulunduğu adaya "liberty island" a giden ferry ler var. ama ona binme çünkü hemen ileri de ücretsiz olanları da var. onları bul. bu arada o heykelin tepesine çıkmak için de kayıt olman gerekiyor. dün akşam yatmadan onu da yap... zaten buradan gelmenle akşama yaklaşacaksın. karanlıkta sokakta kalma pek, ne olur ne olmaz. atla metroya direk hostele.
2.gün: gene lower manhattan dayız. 5th avenue... baştan başa yürü. aman allahım.. o mağazalar, o binalar, o gökdeleneler... sonra gir empire state building e. off aman yarabbi. bileti içeriden alıyorsun. dışarıda ki seyyar elemanlara boşa para kaptırma. başka bir gökdelen daha göreyim diyorsan rockefeller binası var. belki daha ucuz olabilir. ama bence esb yeterli. köşebaşlarında türk, mısırlı, faslı elemanlar hotdog yapıyorlar. 1-2 dolar. mutlaka ye. kahvaltı biliyorsun hiç yok. ister corn flakes al her gün kendin yapar yersin. aksi takdirde marketten çikolata, süt, meyve suyu:( pork, ham, forest ham, pepperonni, sassuage, italian salami... bunlardan uzak duruyoruz. zaten heryerde halal food diye filan yazmışlar, onlar bizden fazla dikkat ediyorlar.
3.gün: central parkkkkk. inanılmaz. burası gene 5th avanue ya çook yakın. haritada taam ortada. gir dolaş, kafanı dağıt. çook arkalara doğru gitme. zaten çok büyük, yorulacaksın. tam ortasında müzeler var. ben metropolitan müzeyi gezdim. şahane. number 1. öğrenci 10 dolar mı ne... ama 6 saat filan dolaşıyorsun. 3. gün bitti.
4.gün: times square. bu da çok yakın. zaten her yer birbirine yakın. önemli olan, yüremeyi sevmek. yürümeyeceksen de metroları kullanmayı iyi bilmen gerekiyor. bi metro şeması al bilet aldığın yerden ilk. hangi metro nereye gidiyor... ki zaten duraklarda da çok açık yazıyor. zaten galiba toplamda 2 veya 3 tane hattı kullanıyoruz galiba. hepsini geç google, şahane bu konuda. direk yaz from x to y diye. sana hangisini binecen nereden binecen, kaç dakikada bir.. hepsini yazıyor. telefonunu kullan. özellikle internetini. nasılsa hat alacan gittiğin gibi al. internet lazım. rahat gezersin. he bağlanamadın, veya çook yoruldun. ama birşey içmeyecen. gir starbucks a. hemen gir, çekinme. otur, interneti kullan, wc yi kullan. telefonu şarj et. times da yarım gün ancak geçer. oralarda çok güzel tiyatrolar, müzikaller var. 50 dolares civarı. severim dersen birini izle. ben ıykhhh tabiki o güzelim sokaklarda dolaşmak varken, müzikal izlemedim. bak orada m&m mağazası var. gir içeri. 4 kat. şahane.. kocana bi yarım kilo bonibon al. sever öyle şeyleri. ama yarım kilo alma, çok fazla oluyor...
5.gün: madame tussauds.. bu da 42th cadde de. yani bu da times a çook yakın. ben dolaşmadım, ama aklımda kaldı... sen de istiyorsun zaten, gir. yarım gün sürer... başka neresi aklında kaldı dersen. ben bir de colombia univercity e gidip görürdüm... başkaa, harlem'e giderdim, temizlendi diyorlar ama sen gene de gitme... bir de grand central... oraya da gitmek isterdim ama vakit kalmadı. bu da 5th caddeye çok yakın. gidilesi biryer.
böyle işte... sonra cuma akşamı jersey'e nasıl gideceksin artık onu orhancığıma sorarsın:)
dolaşırken beni ara. ya 123 numara nereden geçiyordu diye sor. şuraya nasıl giderim de. şuralardayım nereye gitsem iyi de:(
19 Ekim 2013 Cumartesi
13 Mayıs 2013 Pazartesi
Micro Interrail - 2 (Auschwitz Günü)
Şimdiye dek okuduğumuz kitaplardan, izlediğimiz filmlerden dolayı çok aşina olduğumuz bir konu bir yer Auschwitz. En çok görmek istediğim yerlerin başında gelse de, "Avrupa'ya gidersem Batı Avrupa'ya giderim, doğuyla işim olmaz" düşüncesinde olduğum için bu kamp benim için hep görülmesi biraz zor ihtimalli olan yerler arasındaydı. Ama Varşova'dan dahi 300 km'den fazla bir yol gitmeniz gerekeceği için en azından Almanya'ya gitmeniz halinde bir şekilde buraya da geçmenizi öneririm.
Evet dediğim gibi uzaklık 300-350 km. Trenle gidiyoruz. Ve aktarma yapacağız. Tabi orada da geçireceğimiz zaman var. Yani uzun lafın kısası kamp için tam bir günümüzü ayırıyoruz. Eğer vaktimiz müsaitse ve sıkıştırmak istemiyorum derseniz gezi planınıza Krakow'u ve Auschwitz'te bulunan tuz madenini de ekleyip 2-3 günlük bir plan yapabilirsiniz.
Gün belirleme gibi bir sıkıntımız yok. Kamp, noel ve yılbaşı günü hariç 363 gün açık. Normal mesai saatlerine uyuyorlar tabii ki. Ama tabi her şey olabilir çok uzun bir yoldan bahsediyoruz o sebeple en güzeli yola çıkmadan önce http://www.auschwitz.org/ sitesinden anlık bilgileri kontrol etmek olacaktır. Sitede göreceğiniz gibi bilet almaya gerek yok. Ziyaret ücretsiz. Fakat burada bir nüans var. Tabii ki çoğu kişi bir rehber eşliğinde dolaşmak istiyor ve bunun çok ufak bir ödemesi var. Gene de rehber istemiyorum diyenler için ise (tahmin edileceği gibi rehber ücreti ödemeyip, rehberli gruplara katılımı önlemek için) rehberlerin çalıştığı saatlerde girişi yasaklamışlar. Yani saat 3'ten önce bir gruba dahil olmadan müzeye giremiyorsunuz. Rehber ücreti ise öğrenciler için sadece 30 zloti, yetişkin 40 civarı bir şey olmalı. Bir de büyük çanta getirmeyiniz yazıyor. Kapıda emanetçi var. Ama ben getirmediğim için nedir ne değildir bilmiyorum. Belki de normal bir sırt çantasını içeri alırlar, orası muamma.
Varşova'da zaten yüzde 99 merkez tren istasyonuna çok yakın bir yerde kalıyor olacaksınız. Sabah ilk tren 5:45 civarı kalkıyor. Yürüyebileceğimiz için taksi gibi bir alternatif düşünmemize gerek yok. Bileti bir gün önce almanızı öneririm. 15-20 tane gişe olmasına rağmen çok fazla sıra oluyor. Gişe görevlileri İngilizce bilmiyor. Yapılması gereken şey ne istediğinizi kaldığınız oteldeki görevliye söyleyerek bir kağıda yazdırmak. Veya daha önce de söylediğim gibi zaten İngilizce soru soran biri çıksa da yardım etsem diye bakan Polonyalı bir genç yakalamak. Aksi takdirde saçma sapan el hareketleriyle anlaşarak bilet almak 20 dakika filan sürüyor. Alacağımız biletler 2 parça; Varşova'dan Krakow'a ve Krakow'dan Auschwitz'e olacak. İkinci biletin zamanı olmuyor, gün içerisinde kalkan herhangi bir trene binebiliyorsunuz. Ama Krakow'a indikten sonra 30 dakika içerisinde kalkan bir tren var, onu yakalamanızı öneririm çünkü zaten zor yetişecek bir de burada 1-2 saat kaybetmenin anlamı yok. Tek yön 2 biletin ücreti toplam 70 zloti. Eğer ISIC card'a sahipseniz öğrenci indirimi yarı yarıya oluyor. Sabah gidişte bir ve dönüşte bir adet express sefer var, Krakow'a kadar. Ama neredeyse 2 katı oluyor ücret ve saatlere baktığımızda çok da bir esprisi yok. O sebeple önermem, gerek yok. Dönüş biletlerinizi buradan alamıyorsunuz. Ama Krakow'a indiğinizde o yarım saat sonra olan treni beklerken hemen ana binaya gidip alın derim. Orada da biraz sıra oluyor ama yarım saat yeterli. Ana binaya giderken 2 tane ufak kiosk göreceksiniz. Boşuna oralarda sıra bekleyip vakit kaybetmeyin. Hem bu bileti kesmiyorlar hem İngilizce bilmiyorlar. Gitmemiz gereken yer bildiğimiz büyükçe bir bina. Yan yana 5-6 tane gişe var. Orayı bulmalıyız.
Buraya kadar geldiğimiz tren güzel sayılabilecek bir trendi. 8 kişilik odaları var. Koltuklar yatmıyor tabii ki. Ama hızlı ve havadar. Fakat ikinci bineceğimiz tren daha eski ve yavaş. Yanınıza kolonyalı mendil, soğuk içecek ve mideyi rahatlatacak yiyecekler alabilirsiniz. Tıngır mıngır gideceğiniz 2 saatlik yol sizi bekliyor. Tren yolculuğu toplamda 5 saat sürüyor ve 11:15 gibi Auschwitz garında oluyorsunuz. Yapmanız gereken şey gar kapısından çıkıp tam karşınızdaki caddeden yürümek. 15 dakika yürüyorsunuz yol biraz sağa doğru sapar gibi oluyor, park gibi ufak bir meydanın içinden geçiyorsunuz. Ama farklı şeyler hayal etmeyin, bu yürüyüş boyunca 15-20 kişi filan göreceksiniz yolda. Parkı geçince ufak bir Auschwitz tabelası göreceksiniz. İşte geldiniz... Gardan taksiye binseniz de 10-15 zloti gibi bir şey ödeyeceksiniz. Kampta yarım saatte bir İngilizce turlar başlıyor. Ama yoğunluğa göre bu 1 saate de düşürülebiliyor galiba. Açık mekan olduğundan rehberi duymak zor ve aynı anda bir çok grup olduğundan rehberler çok kısık sesle konuşuyorlar; bu yüzden herkese bir kulaklık veriyorlar, hiç bir duyma sıkıntısı yaşanmıyor.
Kampın içini anlatmıyorum, dediğim gibi zaten yıllardır kafamızda canlandırdığımız olayların gerçekliği... Nizami bir şekilde inşa edilmiş aynı tip binalara dokunmak, bir zamanlar Hitler'in, Mengele'nin, SS subaylarının, katledilen insanların bastığı taşlara basmak... Gaz odasına gönderilmeden kesilen saçların firmalara gönderilirken kesilmiş fatura veya yapılmış anlaşmalarını görmek, veya daha kötüsü zaman kalmadığından son günlerde kesilmiş fakat gönderilememiş saçları görmek.... Çocukların oyuncaklarını, annelerinin çantalarını, babalarının bavullarını görmek... 9-10 tane binayı dolaştırıyorlar, her birinde farklı bir konsept var tabii. Son olarak gaz odasına giriliyor. Hemen yanında ise krematoryum var. Bu tur 2 saat civarı sürüyor. Buradan çıkıp Birkenau kampına geçiliyor. Yarım saatte bir kalkan otobüsler var. Normalde grup olarak aynı otobüse biniliyor ve aynı rehber size orayı da gezdiriyor. Ama buraya dikkat. Akşam son sefere bilet alsanız dahi -ki bu tren saat 4 gibi kalkıyor- bu saatten sonra ikinci kampa gidip treni yakalamanız zora giriyor. Şunu da hatırlatmam gerek; eğer değişmemişse ve ben yanlış görmediysem Auschwitz'ten biraz daha geç kalkan ve geceyarısı 3 gibi Varşova'da olan bir sefer daha olabilir. Ama ben gece o saatte yabancı olduğum bir şehre gitme gibi bir risk almak istemediğimden o trenle hiç ilgilenmedim ve biletimi 4 gibi kalkan trenden aldım. Bu sebeple gruptan ayrılıp otobüse bindim ve ikinci kampa yalnız gittim. 10 dakika sürüyor. Şu meşhur tren yolu ve gene o meşhur büyük kapı işte burada. Burada da daha küçük baraka tarzı yapılar var ama gene çok fazla ve muntazamlar. Rehber olmadığında bilemiyorum tabi ama şu "bitlenen esirleri bir barakaya atıp yaktılar" olayı burada gerçekleşmiştir diye tahmin ediyorum. Buradan da tekrar Auschwitz'e yarım saatte bir otobüsler kalkıyor. İsterseniz oraya geçip gara yürüyebilirsiniz, isterseniz gene 10-15 zloti vererek taksiyle direk gara geçebilirsiniz.
Dönüşte Krakow'da biraz daha fazla bekliyorsunuz. Galiba 1 buçuk saat... Bu esnada hemen 10 dakika yürüyerek old city'e gidip şöyle bir bakınabilirsiniz veya hemen gardan altgeçitle bağlanan avm'ye girip karnınızı doyurur, yolluk bir şeyler alabilirsiniz. Gece 22:30 gibi Varşova'ya ulaşıyorsunuz. Vakit çok geç olmuyor olsa da sokaklar zaten güvenli, otelinize doğru yorgun ama çok önemli bir gün geçirmiş şekilde yürüyorsunuz.
Evet dediğim gibi uzaklık 300-350 km. Trenle gidiyoruz. Ve aktarma yapacağız. Tabi orada da geçireceğimiz zaman var. Yani uzun lafın kısası kamp için tam bir günümüzü ayırıyoruz. Eğer vaktimiz müsaitse ve sıkıştırmak istemiyorum derseniz gezi planınıza Krakow'u ve Auschwitz'te bulunan tuz madenini de ekleyip 2-3 günlük bir plan yapabilirsiniz.
Gün belirleme gibi bir sıkıntımız yok. Kamp, noel ve yılbaşı günü hariç 363 gün açık. Normal mesai saatlerine uyuyorlar tabii ki. Ama tabi her şey olabilir çok uzun bir yoldan bahsediyoruz o sebeple en güzeli yola çıkmadan önce http://www.auschwitz.org/ sitesinden anlık bilgileri kontrol etmek olacaktır. Sitede göreceğiniz gibi bilet almaya gerek yok. Ziyaret ücretsiz. Fakat burada bir nüans var. Tabii ki çoğu kişi bir rehber eşliğinde dolaşmak istiyor ve bunun çok ufak bir ödemesi var. Gene de rehber istemiyorum diyenler için ise (tahmin edileceği gibi rehber ücreti ödemeyip, rehberli gruplara katılımı önlemek için) rehberlerin çalıştığı saatlerde girişi yasaklamışlar. Yani saat 3'ten önce bir gruba dahil olmadan müzeye giremiyorsunuz. Rehber ücreti ise öğrenciler için sadece 30 zloti, yetişkin 40 civarı bir şey olmalı. Bir de büyük çanta getirmeyiniz yazıyor. Kapıda emanetçi var. Ama ben getirmediğim için nedir ne değildir bilmiyorum. Belki de normal bir sırt çantasını içeri alırlar, orası muamma.
Varşova'da zaten yüzde 99 merkez tren istasyonuna çok yakın bir yerde kalıyor olacaksınız. Sabah ilk tren 5:45 civarı kalkıyor. Yürüyebileceğimiz için taksi gibi bir alternatif düşünmemize gerek yok. Bileti bir gün önce almanızı öneririm. 15-20 tane gişe olmasına rağmen çok fazla sıra oluyor. Gişe görevlileri İngilizce bilmiyor. Yapılması gereken şey ne istediğinizi kaldığınız oteldeki görevliye söyleyerek bir kağıda yazdırmak. Veya daha önce de söylediğim gibi zaten İngilizce soru soran biri çıksa da yardım etsem diye bakan Polonyalı bir genç yakalamak. Aksi takdirde saçma sapan el hareketleriyle anlaşarak bilet almak 20 dakika filan sürüyor. Alacağımız biletler 2 parça; Varşova'dan Krakow'a ve Krakow'dan Auschwitz'e olacak. İkinci biletin zamanı olmuyor, gün içerisinde kalkan herhangi bir trene binebiliyorsunuz. Ama Krakow'a indikten sonra 30 dakika içerisinde kalkan bir tren var, onu yakalamanızı öneririm çünkü zaten zor yetişecek bir de burada 1-2 saat kaybetmenin anlamı yok. Tek yön 2 biletin ücreti toplam 70 zloti. Eğer ISIC card'a sahipseniz öğrenci indirimi yarı yarıya oluyor. Sabah gidişte bir ve dönüşte bir adet express sefer var, Krakow'a kadar. Ama neredeyse 2 katı oluyor ücret ve saatlere baktığımızda çok da bir esprisi yok. O sebeple önermem, gerek yok. Dönüş biletlerinizi buradan alamıyorsunuz. Ama Krakow'a indiğinizde o yarım saat sonra olan treni beklerken hemen ana binaya gidip alın derim. Orada da biraz sıra oluyor ama yarım saat yeterli. Ana binaya giderken 2 tane ufak kiosk göreceksiniz. Boşuna oralarda sıra bekleyip vakit kaybetmeyin. Hem bu bileti kesmiyorlar hem İngilizce bilmiyorlar. Gitmemiz gereken yer bildiğimiz büyükçe bir bina. Yan yana 5-6 tane gişe var. Orayı bulmalıyız.
Buraya kadar geldiğimiz tren güzel sayılabilecek bir trendi. 8 kişilik odaları var. Koltuklar yatmıyor tabii ki. Ama hızlı ve havadar. Fakat ikinci bineceğimiz tren daha eski ve yavaş. Yanınıza kolonyalı mendil, soğuk içecek ve mideyi rahatlatacak yiyecekler alabilirsiniz. Tıngır mıngır gideceğiniz 2 saatlik yol sizi bekliyor. Tren yolculuğu toplamda 5 saat sürüyor ve 11:15 gibi Auschwitz garında oluyorsunuz. Yapmanız gereken şey gar kapısından çıkıp tam karşınızdaki caddeden yürümek. 15 dakika yürüyorsunuz yol biraz sağa doğru sapar gibi oluyor, park gibi ufak bir meydanın içinden geçiyorsunuz. Ama farklı şeyler hayal etmeyin, bu yürüyüş boyunca 15-20 kişi filan göreceksiniz yolda. Parkı geçince ufak bir Auschwitz tabelası göreceksiniz. İşte geldiniz... Gardan taksiye binseniz de 10-15 zloti gibi bir şey ödeyeceksiniz. Kampta yarım saatte bir İngilizce turlar başlıyor. Ama yoğunluğa göre bu 1 saate de düşürülebiliyor galiba. Açık mekan olduğundan rehberi duymak zor ve aynı anda bir çok grup olduğundan rehberler çok kısık sesle konuşuyorlar; bu yüzden herkese bir kulaklık veriyorlar, hiç bir duyma sıkıntısı yaşanmıyor.
Kampın içini anlatmıyorum, dediğim gibi zaten yıllardır kafamızda canlandırdığımız olayların gerçekliği... Nizami bir şekilde inşa edilmiş aynı tip binalara dokunmak, bir zamanlar Hitler'in, Mengele'nin, SS subaylarının, katledilen insanların bastığı taşlara basmak... Gaz odasına gönderilmeden kesilen saçların firmalara gönderilirken kesilmiş fatura veya yapılmış anlaşmalarını görmek, veya daha kötüsü zaman kalmadığından son günlerde kesilmiş fakat gönderilememiş saçları görmek.... Çocukların oyuncaklarını, annelerinin çantalarını, babalarının bavullarını görmek... 9-10 tane binayı dolaştırıyorlar, her birinde farklı bir konsept var tabii. Son olarak gaz odasına giriliyor. Hemen yanında ise krematoryum var. Bu tur 2 saat civarı sürüyor. Buradan çıkıp Birkenau kampına geçiliyor. Yarım saatte bir kalkan otobüsler var. Normalde grup olarak aynı otobüse biniliyor ve aynı rehber size orayı da gezdiriyor. Ama buraya dikkat. Akşam son sefere bilet alsanız dahi -ki bu tren saat 4 gibi kalkıyor- bu saatten sonra ikinci kampa gidip treni yakalamanız zora giriyor. Şunu da hatırlatmam gerek; eğer değişmemişse ve ben yanlış görmediysem Auschwitz'ten biraz daha geç kalkan ve geceyarısı 3 gibi Varşova'da olan bir sefer daha olabilir. Ama ben gece o saatte yabancı olduğum bir şehre gitme gibi bir risk almak istemediğimden o trenle hiç ilgilenmedim ve biletimi 4 gibi kalkan trenden aldım. Bu sebeple gruptan ayrılıp otobüse bindim ve ikinci kampa yalnız gittim. 10 dakika sürüyor. Şu meşhur tren yolu ve gene o meşhur büyük kapı işte burada. Burada da daha küçük baraka tarzı yapılar var ama gene çok fazla ve muntazamlar. Rehber olmadığında bilemiyorum tabi ama şu "bitlenen esirleri bir barakaya atıp yaktılar" olayı burada gerçekleşmiştir diye tahmin ediyorum. Buradan da tekrar Auschwitz'e yarım saatte bir otobüsler kalkıyor. İsterseniz oraya geçip gara yürüyebilirsiniz, isterseniz gene 10-15 zloti vererek taksiyle direk gara geçebilirsiniz.
Dönüşte Krakow'da biraz daha fazla bekliyorsunuz. Galiba 1 buçuk saat... Bu esnada hemen 10 dakika yürüyerek old city'e gidip şöyle bir bakınabilirsiniz veya hemen gardan altgeçitle bağlanan avm'ye girip karnınızı doyurur, yolluk bir şeyler alabilirsiniz. Gece 22:30 gibi Varşova'ya ulaşıyorsunuz. Vakit çok geç olmuyor olsa da sokaklar zaten güvenli, otelinize doğru yorgun ama çok önemli bir gün geçirmiş şekilde yürüyorsunuz.
2 Mayıs 2013 Perşembe
Micro Interrail
Bu yazı, bugünlerde Polonya gezisi yapmayı düşünenler için internette güncel bir kaynak olması amacıyla yazılmaktadır...
Bir cumartesi günü son derece aylak olduğum dakikalardan birini daha yaşamaktaydım. Sol elim kafama destek oluyordu diğeri ise internette vakit geçirmemi devam ettirmek için mouse'u oynatmaktaydı. Ve işte o anda ufak bir iş gezisi için Polonya'ya gidebileceğimi; arda kalan zamanda ise Varşova'yı Krakov'u ve özellikle Auschwitz kampını gezebileceğimi farkettim. Vize işlemlerini gerçekleştiren vfsglobal firmasının hemen salı gününe randevu vermesi ve azaltılan vize evraklarını benim birkaç dakika içince tamamlamamla bu güzel gezi için ilk adımı atmış oldum. Vize tahmin ettiğim gibi 7 günde geldi. Hemen uçak ve otel rezervasyonlarını satışa çevirip 5 gün sonra yola çıktım.
Thy'nin günde bir kez karşılıklı düzenlediği sefer var Varşova'ya. Pol Airlines de Thy'ye paslıyor uçuşlarını. Uçmayı çok sevdiğimden belki, uçuş sürelerine pek dikkat etmem ama galiba 2 saat 5 dakika sürüyor. Chopin havaalanı modern ve çok şirin... Şehri seveceğimi buradan hissettmiştim. Polonya'da hala Euro'ya geçiş gerçekleşmediği için şehirde zloti kullanmanız gerekiyor. Zlotiyi Türkiye'de bulmak imkansız gibi. Belki kapalıçarşıda... Ama ben zaten her şeyi son dakikada yetiştirdiğim için bir de gidip zloti arayamadım. Fiyatlar neredeyse Türkiye gibi. Ulaşım, yemekler, market, otel, giyim, hatta elektronik... Sadece cep telefonlarında vergi olmadığı için %25 ucuz. Laptoplarda ise %15 gibi bir ucuzluk vardı galiba. Buna göre hesaplayıp Euro götürün yanınızda. Tabi her havalimanında olduğu gibi burada da para değişiminde çok zararlı duruma düşüyorsunuz. Burada 1 Euro 3,50 zloti iken şehir merkezinde 4 zloti.
Şehir merkezine 175 numaralı otobüs ile gidilebiliyor. 1 bilet 4,40 zloti. Galiba one day pass bilet de var ama pek gerekeceğini zannetmiyorum çünkü her yere yürüyorsunuz. Ama ille de alacağım derseniz fiyatı 24 zloti gibi bir şey olması lazım. 15 dakika içerisinde şehir merkezine ulaşıyoruz. İlk gördüğünüzde acaba Ankara'ya mı geldim diye şaşıracaksınız... Tam merkezde büyük bir kavşak ve Stalin'in Empire State Building'den esinlenerek yaptırdığı gökdelen var. Ama 33 katlı... 30. katı turizme açmışlar. Çıkış ücreti yetişkin 18 zloti, öğrenci 12 zloti. Beklendiği gibi Polonya halkı Stalin'den nefret ediyor. Şöyle bir sözleri var: Varşova'nın en güzel yeri Stalin Sarayı'dır. Çünkü buradan tüm şehri görürsünüz ama sarayın kendisini görmezsiniz. Gökdelenin hemen dört bir yanında ise farklı müzeler, tiyatro ve sinema salonu var. Gene hemen bu bölümün karşısında ise şehri en büyük avm'sini görüyoruz. Para değişim bürosu burada. Yani bildiğimiz dövizci canım... Food court'u alışageldiğimiz gibi. Bu arada ben döner isterim derseniz hemen dışarıda iki tane dönerci de var.
Benim müzelerden olduğu kadar sokaklarda dolaşmaktan da inanılmaz keyif alan bir yapım olduğundan saatlerce yürüdüm durdum. Son derece keyifli burada yürümek. Bir Konya, Ankara havası olduğundan zaten bisiklet de çok yaygın. Vızır vızır dolaşıyorlar ve herkes kiralayabiliyor.
Şehri 4 kısma ayırabiliriz. Birini anlattık. Diğeri ise tabii ki old town. Yürüyerek 10 dakika sürüyor gitmesi. Hergün saat 11.00'de tam ortasındaki heykelin önünden ücretsiz tur başlatıyorlar. Adı Orange Umbrella Tour. Muhtemelen belediye tarafından görevlendirilmiş bir arkadaş sizi o civarda görülmesi gereken yerlere götürüyor. İnanılmaz zevkli ve faydalı.
3.kısım ise Praga denen yer. Ama galiba bizim Tarlabaşı gibi bir yermiş. Kesinlikle gitmeyin diye tekrar tekrar uyarıyorlar. 4.kısımı hatırlayamıyorum şu an...
Auschwitz Kampına nasıl gidilir, nasıl gezilir... Bunu da bir sonraki yazıda ele alalım.
Bir cumartesi günü son derece aylak olduğum dakikalardan birini daha yaşamaktaydım. Sol elim kafama destek oluyordu diğeri ise internette vakit geçirmemi devam ettirmek için mouse'u oynatmaktaydı. Ve işte o anda ufak bir iş gezisi için Polonya'ya gidebileceğimi; arda kalan zamanda ise Varşova'yı Krakov'u ve özellikle Auschwitz kampını gezebileceğimi farkettim. Vize işlemlerini gerçekleştiren vfsglobal firmasının hemen salı gününe randevu vermesi ve azaltılan vize evraklarını benim birkaç dakika içince tamamlamamla bu güzel gezi için ilk adımı atmış oldum. Vize tahmin ettiğim gibi 7 günde geldi. Hemen uçak ve otel rezervasyonlarını satışa çevirip 5 gün sonra yola çıktım.
Thy'nin günde bir kez karşılıklı düzenlediği sefer var Varşova'ya. Pol Airlines de Thy'ye paslıyor uçuşlarını. Uçmayı çok sevdiğimden belki, uçuş sürelerine pek dikkat etmem ama galiba 2 saat 5 dakika sürüyor. Chopin havaalanı modern ve çok şirin... Şehri seveceğimi buradan hissettmiştim. Polonya'da hala Euro'ya geçiş gerçekleşmediği için şehirde zloti kullanmanız gerekiyor. Zlotiyi Türkiye'de bulmak imkansız gibi. Belki kapalıçarşıda... Ama ben zaten her şeyi son dakikada yetiştirdiğim için bir de gidip zloti arayamadım. Fiyatlar neredeyse Türkiye gibi. Ulaşım, yemekler, market, otel, giyim, hatta elektronik... Sadece cep telefonlarında vergi olmadığı için %25 ucuz. Laptoplarda ise %15 gibi bir ucuzluk vardı galiba. Buna göre hesaplayıp Euro götürün yanınızda. Tabi her havalimanında olduğu gibi burada da para değişiminde çok zararlı duruma düşüyorsunuz. Burada 1 Euro 3,50 zloti iken şehir merkezinde 4 zloti.
Şehir merkezine 175 numaralı otobüs ile gidilebiliyor. 1 bilet 4,40 zloti. Galiba one day pass bilet de var ama pek gerekeceğini zannetmiyorum çünkü her yere yürüyorsunuz. Ama ille de alacağım derseniz fiyatı 24 zloti gibi bir şey olması lazım. 15 dakika içerisinde şehir merkezine ulaşıyoruz. İlk gördüğünüzde acaba Ankara'ya mı geldim diye şaşıracaksınız... Tam merkezde büyük bir kavşak ve Stalin'in Empire State Building'den esinlenerek yaptırdığı gökdelen var. Ama 33 katlı... 30. katı turizme açmışlar. Çıkış ücreti yetişkin 18 zloti, öğrenci 12 zloti. Beklendiği gibi Polonya halkı Stalin'den nefret ediyor. Şöyle bir sözleri var: Varşova'nın en güzel yeri Stalin Sarayı'dır. Çünkü buradan tüm şehri görürsünüz ama sarayın kendisini görmezsiniz. Gökdelenin hemen dört bir yanında ise farklı müzeler, tiyatro ve sinema salonu var. Gene hemen bu bölümün karşısında ise şehri en büyük avm'sini görüyoruz. Para değişim bürosu burada. Yani bildiğimiz dövizci canım... Food court'u alışageldiğimiz gibi. Bu arada ben döner isterim derseniz hemen dışarıda iki tane dönerci de var.
Benim müzelerden olduğu kadar sokaklarda dolaşmaktan da inanılmaz keyif alan bir yapım olduğundan saatlerce yürüdüm durdum. Son derece keyifli burada yürümek. Bir Konya, Ankara havası olduğundan zaten bisiklet de çok yaygın. Vızır vızır dolaşıyorlar ve herkes kiralayabiliyor.
Şehri 4 kısma ayırabiliriz. Birini anlattık. Diğeri ise tabii ki old town. Yürüyerek 10 dakika sürüyor gitmesi. Hergün saat 11.00'de tam ortasındaki heykelin önünden ücretsiz tur başlatıyorlar. Adı Orange Umbrella Tour. Muhtemelen belediye tarafından görevlendirilmiş bir arkadaş sizi o civarda görülmesi gereken yerlere götürüyor. İnanılmaz zevkli ve faydalı.
3.kısım ise Praga denen yer. Ama galiba bizim Tarlabaşı gibi bir yermiş. Kesinlikle gitmeyin diye tekrar tekrar uyarıyorlar. 4.kısımı hatırlayamıyorum şu an...
Auschwitz Kampına nasıl gidilir, nasıl gezilir... Bunu da bir sonraki yazıda ele alalım.
7 Mart 2013 Perşembe
Venezuela’da Chavez döneminde neler oldu?
Venezuela ekonomisi on yılda yüzde 47.4 büyüdü. sadece 2012 ilk döneminde büyüme oranı yüzde 5.6 olarak açıklanmıştı.
Yerel sorunlarla ilgilenen 30 bin yerel halk konseyi oluşturuldu, halkın sosyal sorunların tespit ve çözümüne doğrudan katılımı sağlandı.
Son on yılda sosyal hizmetlere ayrılan bütçe yüzde 60.6 oranında artırıldı. (772 milyon dolar) bütçenin yüzde 42.3’ünü sosyal yatırımlara ayrıldı.
Eşitsizlik yüzde 54, yoksulluk yüzde 44 oranında azaldı. 1996 yılında yüzde 40’a ulaşan aşırı yoksulluk oranı yüzde 7.3’e düşürüldü.
İşsizlik yüzde 11.3’ten yüzde 7.7’e düştü. sosyal güvenceye sahip olanların sayısı üç kat arttı.
Misyon adı verilen sosyal programlardan 20 milyon venezuela vatandaşı yararlandı.
Chavez öncesinde ciddi bir sorun olan okuma-yazma sorunu unesco verilerine göre tamamen ortadan kalktı.
Parasız eğitim sayesinde bugün venezuelalı anaokul yaşındaki çocukların yüzde 72’si anaokuluna gidiyor, ilköğretimde okullaşma oranı yüzde 85.
Binlerce yeni okul inşa edildi. devlet okullarında öğretmen sayısı beş kat arttı, 65 binden 350 bine ulaştı.
Bolivarcı üniversiteler adıyla yeni ve ücretsiz üniversiteler kuruldu. üniversiteye devam eden gençlerin oranı yüzde 83’e yükseldi ve bu bakımından venezuela latin amerika’da ikinci, dünyada ise 15. sırada bugün.
1998 yılında nüfusun yüzde 21’inin yetersiz beslenmeden mustarip olduğu ülkede, bu oran yüzde 5’e indi. gıda tekellerinin pahalı ürünleri karşısında, üretimi ucuz gıdaların satıldığı mercal isimli süpermarket zinciri oluşturuldu.
1980’lerde gıda ürünlerinin yüzde 90’ı ithal edilirken bu oran yüzde 30’a düşürülmüş durumda.
Bugün 4 milyonu çocuk 5 milyon venezuelalıya okullarda ücretsiz gıda sağlanıyor.
Son bir buçuk yılda yoksullar ve orta gelirliler için 250 bin ucuz konut üretildi.
Çocuk ölümlerinin oranı binde 25’ten binde 13’e düşürüldü.
Nüfusun yüzde 96’sının temiz suya ulaşımı sağlandı.
1998 yılında 10 bin kişiye düşen doktor sayısı 18’den 58’e yükseldi.
Sadece barrio adentro isimli ücretsiz birinci ve ikinci basamak sağlık hizmeti verilmesini içeren programla ülkeye gelen 8 bin 300 kübalı doktor, 7 bin klinik kurdu, bu kliniklerde 1.4 milyon insanın hayatı kurtarıldı.
Son 6 yılda 19 bin 840 evsiz sokakta yaşamaktan kurtarıldı.
Özel sübvansiyonlar sayesinde normal fiyatların yüzde 34-40’ı arasında daha ucuz satış yapan kamu eczaneleri ağı oluşturuldu.
Yerel sorunlarla ilgilenen 30 bin yerel halk konseyi oluşturuldu, halkın sosyal sorunların tespit ve çözümüne doğrudan katılımı sağlandı.
Son on yılda sosyal hizmetlere ayrılan bütçe yüzde 60.6 oranında artırıldı. (772 milyon dolar) bütçenin yüzde 42.3’ünü sosyal yatırımlara ayrıldı.
Eşitsizlik yüzde 54, yoksulluk yüzde 44 oranında azaldı. 1996 yılında yüzde 40’a ulaşan aşırı yoksulluk oranı yüzde 7.3’e düşürüldü.
İşsizlik yüzde 11.3’ten yüzde 7.7’e düştü. sosyal güvenceye sahip olanların sayısı üç kat arttı.
Misyon adı verilen sosyal programlardan 20 milyon venezuela vatandaşı yararlandı.
Chavez öncesinde ciddi bir sorun olan okuma-yazma sorunu unesco verilerine göre tamamen ortadan kalktı.
Parasız eğitim sayesinde bugün venezuelalı anaokul yaşındaki çocukların yüzde 72’si anaokuluna gidiyor, ilköğretimde okullaşma oranı yüzde 85.
Binlerce yeni okul inşa edildi. devlet okullarında öğretmen sayısı beş kat arttı, 65 binden 350 bine ulaştı.
Bolivarcı üniversiteler adıyla yeni ve ücretsiz üniversiteler kuruldu. üniversiteye devam eden gençlerin oranı yüzde 83’e yükseldi ve bu bakımından venezuela latin amerika’da ikinci, dünyada ise 15. sırada bugün.
1998 yılında nüfusun yüzde 21’inin yetersiz beslenmeden mustarip olduğu ülkede, bu oran yüzde 5’e indi. gıda tekellerinin pahalı ürünleri karşısında, üretimi ucuz gıdaların satıldığı mercal isimli süpermarket zinciri oluşturuldu.
1980’lerde gıda ürünlerinin yüzde 90’ı ithal edilirken bu oran yüzde 30’a düşürülmüş durumda.
Bugün 4 milyonu çocuk 5 milyon venezuelalıya okullarda ücretsiz gıda sağlanıyor.
Son bir buçuk yılda yoksullar ve orta gelirliler için 250 bin ucuz konut üretildi.
Çocuk ölümlerinin oranı binde 25’ten binde 13’e düşürüldü.
Nüfusun yüzde 96’sının temiz suya ulaşımı sağlandı.
1998 yılında 10 bin kişiye düşen doktor sayısı 18’den 58’e yükseldi.
Sadece barrio adentro isimli ücretsiz birinci ve ikinci basamak sağlık hizmeti verilmesini içeren programla ülkeye gelen 8 bin 300 kübalı doktor, 7 bin klinik kurdu, bu kliniklerde 1.4 milyon insanın hayatı kurtarıldı.
Son 6 yılda 19 bin 840 evsiz sokakta yaşamaktan kurtarıldı.
Özel sübvansiyonlar sayesinde normal fiyatların yüzde 34-40’ı arasında daha ucuz satış yapan kamu eczaneleri ağı oluşturuldu.
13 Şubat 2013 Çarşamba
Portakal suyum olmadan uçamıyorum
90'lı yılların sonlarında yaptığı gösterilerinde bu cümleyi kullanan Cem Yılmaz'a gülüyorduk. 5-6 gündür THY ile ilgili yapılan konuşmalar da bana bunu hatırlatıyor.
Bu kadar basit ve saçma bir kaynağa sahip olan bu tartışma, beklediğim gibi 2 gün içerisinde dinmeyip bugüne kadar uzayınca beni de -uçaklara ve havacılığa karşı ilgili biri olarak- bir şeyler söylemeye zorladı.
Öncelikle tartışmanın çıkış noktası olan şu saçma kıyafetleri es geçmek istiyorum. Kim oldukları dahi bilinmeyen 4-5 mankene giydirilmiş, neresi olduğu bilinmeyen bir mekanda muhtemelen bir cep telefonu kamerasıyla çekilmiş kostümlerin resmine bakarak, THY gibi bir firmanın kıyafet reformu yapacağına ihtimal vermediğimden üzerine konuşmaya gerek görmüyorum. Gelgelelim çok eski fotoğraflarda ki şıklığı görüyoruz; bunun üzerinde son kreasyonunu Vakko firmasına hazırlatıp gene şıklığına devam eden yönetim böyle basit bir iş yapacak olamaz.
Alkol servisinin durdurulması olarak lanse edilen olayın iç yüzüne bakacak olursak:
THY şimdiye kadar iç hat uçuşlarında business class'ta, dış hatlarda ise her 3 class'ta da alkol servisi yapmaktaydı.
İç hatlarda 36 noktanın zaten sadece 16 tanesinde business class bulunmaktadır. Şimdi bunların 10 tanesinde alkol servisi durdurulmuştur. Az çok lojistik bilgisi bulunan bir kişi her seferde yüklenen fakat çok az tercih edilen hatta hiç istenmeyen ürünlerin uçağa yüklenmemesinin ne kadar mantıklı olduğunun farkına varabilir.
Kalan 6 hatta alkol tüketildiğinden alkol servisine devam edilmesi de bu iddiayı kanıtlar niteliktedir.
Dış hatlara gelecek olursak ise aynı tablo gene karşımıza çıkmakta. 183 noktaya uçan ve sadece 8 noktada içki servisini durdurup geri kalan 175 noktada devam eden bir anlayış var. Bunu o destinasyonların yolcularının alkol almak istememeleriyle direk alakası olduğunu kestirmek güç olmasa gerek.
Rakamları bırakıp şimdi işin aksiyon yönüne bakalım:
Yani öyle bir yaygara koparılıyor ki, sanki tüm Türkiye THY ile uçuyor ve de hep business uçuyor, alkol almadan da uçamıyor. Yani bu bir ikram adı üzerinde. Adam verirse yersin, içersin vermezse sen bana neden ikram vermiyorsun demezsin. İn aşağıya ne içmek istiyorsan iç. Hayır onu da geçtim Türkiye'nin hemen her noktasına gitmiş biri olarak ben daha bir kez dahi business uç-a-madım. Ama öğrencisi, askeri, işe yeni girmiş genci herkes business müdavimiymiş çok şaşırdım. Üstelik hep de şu kaldırılan 10 noktaya uçuyorlarmış, o da ayrı bir konu.
Toparlayacak olursak. Rakamlara baktığımızda bunun bir içki yasağı olmadığını çok net görüyoruz. Benim için havayolu tercihimde etkili faktörler, servis kalitesi, hosteslerin kıyafetleri ve güzelliği, reklamlarda oynattığı yıldızlar veya yönetim kurulunun inançları değil; uçaklara gerekli bakımların yapılıp yapılmadığı, uçakların yaşı, güvenlik önlemleri ve bayrak taşıyıcı havayolu olup olmamalarıdır.
Bu kadar basit ve saçma bir kaynağa sahip olan bu tartışma, beklediğim gibi 2 gün içerisinde dinmeyip bugüne kadar uzayınca beni de -uçaklara ve havacılığa karşı ilgili biri olarak- bir şeyler söylemeye zorladı.
Öncelikle tartışmanın çıkış noktası olan şu saçma kıyafetleri es geçmek istiyorum. Kim oldukları dahi bilinmeyen 4-5 mankene giydirilmiş, neresi olduğu bilinmeyen bir mekanda muhtemelen bir cep telefonu kamerasıyla çekilmiş kostümlerin resmine bakarak, THY gibi bir firmanın kıyafet reformu yapacağına ihtimal vermediğimden üzerine konuşmaya gerek görmüyorum. Gelgelelim çok eski fotoğraflarda ki şıklığı görüyoruz; bunun üzerinde son kreasyonunu Vakko firmasına hazırlatıp gene şıklığına devam eden yönetim böyle basit bir iş yapacak olamaz.
Alkol servisinin durdurulması olarak lanse edilen olayın iç yüzüne bakacak olursak:
THY şimdiye kadar iç hat uçuşlarında business class'ta, dış hatlarda ise her 3 class'ta da alkol servisi yapmaktaydı.
İç hatlarda 36 noktanın zaten sadece 16 tanesinde business class bulunmaktadır. Şimdi bunların 10 tanesinde alkol servisi durdurulmuştur. Az çok lojistik bilgisi bulunan bir kişi her seferde yüklenen fakat çok az tercih edilen hatta hiç istenmeyen ürünlerin uçağa yüklenmemesinin ne kadar mantıklı olduğunun farkına varabilir.
Kalan 6 hatta alkol tüketildiğinden alkol servisine devam edilmesi de bu iddiayı kanıtlar niteliktedir.
Dış hatlara gelecek olursak ise aynı tablo gene karşımıza çıkmakta. 183 noktaya uçan ve sadece 8 noktada içki servisini durdurup geri kalan 175 noktada devam eden bir anlayış var. Bunu o destinasyonların yolcularının alkol almak istememeleriyle direk alakası olduğunu kestirmek güç olmasa gerek.
Rakamları bırakıp şimdi işin aksiyon yönüne bakalım:
Yani öyle bir yaygara koparılıyor ki, sanki tüm Türkiye THY ile uçuyor ve de hep business uçuyor, alkol almadan da uçamıyor. Yani bu bir ikram adı üzerinde. Adam verirse yersin, içersin vermezse sen bana neden ikram vermiyorsun demezsin. İn aşağıya ne içmek istiyorsan iç. Hayır onu da geçtim Türkiye'nin hemen her noktasına gitmiş biri olarak ben daha bir kez dahi business uç-a-madım. Ama öğrencisi, askeri, işe yeni girmiş genci herkes business müdavimiymiş çok şaşırdım. Üstelik hep de şu kaldırılan 10 noktaya uçuyorlarmış, o da ayrı bir konu.
Toparlayacak olursak. Rakamlara baktığımızda bunun bir içki yasağı olmadığını çok net görüyoruz. Benim için havayolu tercihimde etkili faktörler, servis kalitesi, hosteslerin kıyafetleri ve güzelliği, reklamlarda oynattığı yıldızlar veya yönetim kurulunun inançları değil; uçaklara gerekli bakımların yapılıp yapılmadığı, uçakların yaşı, güvenlik önlemleri ve bayrak taşıyıcı havayolu olup olmamalarıdır.
16 Ocak 2013 Çarşamba
26 yıl sonra gelen ödül
Çocukluğumdan buyana ABD benim için hep ulaşılması gereken bir nokta, görülmesi gereken bir yer, yaşanılması gereken bir macera olarak zihnimde yer etmekteydi. Amerikan rüyası demek istemiyorum çünkü öyle bir hayranlık değildi, ama seviyordum onları. Eyaletlerini, insanlarını, özellikle 90-91'de Türkiye için hayal olan o gökdelenlerini, filmlerini, dizilerini; araştırıyordum, inceliyordum, izliyordum.
Aslında zor gibi görünüyordu gitmek, görmek. Üniversitenin ilk yıllarında mesela, ilkokula giderken saçlarını Bart Simpson gibi tarayan, şimdi ise Paul McCartney stili dolaşan bendeniz için ABD olmayacak birşey değil ama nasıl olduracağını bilemediğim birşeydi.
Ama bizim herşeyi bilmemiz gerekmiyor. Çünkü insanlar plan yapar, Allah yukarıdan onları izleyip güler. Bir pazar sabahı telefon çaldı. "Benimle iki hafta sonra iki aylığına Seattle'a çalışmaya gelir misin?" diyordu karşıdaki ses. İki saniye düşündüm ve onayladım. Vizeye başvuruldu, biletler alındı, işler bitirildi, sorumluluklar devredildi ve bir kasım gecesi 12'de, 3 günlük yolculuğun ardından -ben her noktasından iflas etmek üzere olan bir vücutla- 3 kafadar bir yol kenarında hamburgerlerimizi yemekteydik.
Sabah kalktığımda perdeyi araladım, şöyle bir arabalara baktım, yolları inceledim, tabelaları okudum. Ve şöyle dedim, "Olum, Amerika'dasın..."
2 aya yaklaşan Washington eyaleti günlerine sonra gelebilirim ama öncelikle çocukluk aşkımdan bahsetmek istiyorum. Adı NYC. Benim yoğun, yorucu, yalnız, karışık ve bazen sıkıcı Olympia günlerimde bir ödül olarak düşlediğim, o sıkıntılardan sıyrılmamı sağlayan kıymetlim. Hiç bir plan yoktu kafamda. Gidecektim. Varış ve ayrılma günleri dahil 3 gün sürem vardı ve NYC beni bekliyordu. Gerçekten bekliyordu ve hazırlanmıştı çünkü ocak ayının başında yağmursuz, karsız, rüzgarsız ve güneşliydi. Kennedy'ye indiğimiz dakikadan itibaren benim için şehir başlamıştı. İlla ki müze göreceğim, köprüye gideceğim, Özgürlük Anıtının tepesine çıkacağım gibi koşullanmalarım yoktu. O metroya binmek, kalacağım yeri bulmak, yerleşmek, yemeğe çıkmak, sokaklarda yürümek...26 yıllık planlar uygulamaya konulmaktaydı. Bu yazı yaptığım şeyleri gördüğüm yerleri anlattığım bir yazı gibi olacaksa da, 2 günde NYC nasıl dolaşılır gibi düşünceleri olanlar için de bir kaynak olmasını isterim.
Sabah gün aydınlandığı gibi otelden çıkmalıydım. Long Island'daydım ve Ground Zero'dan başlayacaktım. Elimde sadece, içinde kart olmadığı için gps'ini kullanamadığım ama fotoğraf çektiğim bir cep telefonu vardı ve enteresandır hiç aksilik çıkmıyordu. Wall Street'in hemen altında boş bir meydanda toplanmış satış arabalarının birinden felafel aldım ve banka oturup kahvaltı yaptım. Aslında böyle anlatmak gerçekten çok zor çünkü attığım her adım, geçtiğim her sokak birşeyler ifade ediyordu. Oradan Amerikan Bağımsızlık Bildirgesinin imzalandığı binaya geçtim. Gene oraya çok yakın ünlü Trinity Kilisesi'ni dolaştım. Bu arada Hristiyanlıkta da bizim gibi bildiğimiz beş vakit namaza benzer şeyler varmış. Yani öyle "oh, hristiyanlık ne rahat pazardan pazara git kiliseye ilahi oku gel" demekle olmuyormuş. (Trinity'nin girişinde kapıda vakitler yazıyordu, oradan biliyorum.) Yürüyordum, sadece yürüyor ve caddelere binalara bakıyordum. Nehrin kenarına kadar indim. Brooklyn Köprüsü'nü izledim. Staten Island'a giden feribotların kalktığı limana gittim. Dolaştım, dolaştım...
Ve sırada Empire States Building vardı. Ona da çok kolay ulaştım, çıktım tüm şehri dakikalarca seyrettim. Gene geç bulduğum erken kaybettiğim ama yakında tekrar görüşeceğimiz arkadaşım Nazlı'nın mutlaka görmemi tavsiye ettiği 5D şehir turu gibi birşey olan filmi izledim. Müthiş keyif aldım. Sıra fifth avenue ve central park'a gelmişti. Tüm caddeyi boydan boya yürüyerek, köşelerden hotdog alarak, binaları izleyerek, bazı mağazalara girerek parka kadar yürüdüm. Bir iki gün önce bir dizide bir çiftin evlendiği ve benim imrenerek izlediğim noktadan bugün yürüyerek geçiyordum. Bisiklet grupları antrenman yapıyor, buz tutmuş gölde her yaştan insan paten keyfi yaşıyordu. Tabi insanoğlu hep daha fazlasını istiyor. O anda benim de aklıma onların birer NewYorker olduğunu benim ise 48 saat sonra bu rüyadan uyanacağım gelmişti. Kuzeye doğru devam ettim, hava kararmaya başlamıştı ve ben MET'e ulaşmıştım. Şehre gitmeden önce şehirle ilgili konuştuğum tek New York'lu arkadaşımın bana ettiği 2-3 tavsiyenin birisi şuydu. "Sakın müzeye aç girme." Tamam çok tok değildim ama bu kadar da olacağını tahmin edememiştim.
1- Müze bitmiyor.
2- Kesinlikle her yeri her şeyi göremiyorsunuz.
3- Müze bitmiyor.
4- Artık ya siz yoruluyorsunuz, ölüyorsunuz, ya çok acıkıyorsunuz, ya da müze kapanıyor.
5- Müze bitmiyor.
6- Yemek yenilebilecek yerler var tabi ama mesela bir hamburger 15 dolar filan veya restaurantlar 40-50 dolar gibi.
7- Demiş miydim? Müze bitmiyor.
Yani içinizde bir ukte kalıyor, şurayı görmemiştim, şurayı üstün körü geçtim, şunun hakkını veremedim gibi.
Müzeden bizi attıklarında saat 9 olmuştu haliyle. Aklımda Times Square vardı ama Özgeciğimin haklı olarak tekrar tekrar beni hırsızlık ve darp olaylarına karşı uyarmalarını dikkate alarak hiiç riske girmeden metroya atlayıp Long Island istikametine yöneldim.
2.bölümde de Times Meydanı aylak aylak yürüyüşlerimizi anlatacağız.
Aslında zor gibi görünüyordu gitmek, görmek. Üniversitenin ilk yıllarında mesela, ilkokula giderken saçlarını Bart Simpson gibi tarayan, şimdi ise Paul McCartney stili dolaşan bendeniz için ABD olmayacak birşey değil ama nasıl olduracağını bilemediğim birşeydi.
Ama bizim herşeyi bilmemiz gerekmiyor. Çünkü insanlar plan yapar, Allah yukarıdan onları izleyip güler. Bir pazar sabahı telefon çaldı. "Benimle iki hafta sonra iki aylığına Seattle'a çalışmaya gelir misin?" diyordu karşıdaki ses. İki saniye düşündüm ve onayladım. Vizeye başvuruldu, biletler alındı, işler bitirildi, sorumluluklar devredildi ve bir kasım gecesi 12'de, 3 günlük yolculuğun ardından -ben her noktasından iflas etmek üzere olan bir vücutla- 3 kafadar bir yol kenarında hamburgerlerimizi yemekteydik.
Sabah kalktığımda perdeyi araladım, şöyle bir arabalara baktım, yolları inceledim, tabelaları okudum. Ve şöyle dedim, "Olum, Amerika'dasın..."
2 aya yaklaşan Washington eyaleti günlerine sonra gelebilirim ama öncelikle çocukluk aşkımdan bahsetmek istiyorum. Adı NYC. Benim yoğun, yorucu, yalnız, karışık ve bazen sıkıcı Olympia günlerimde bir ödül olarak düşlediğim, o sıkıntılardan sıyrılmamı sağlayan kıymetlim. Hiç bir plan yoktu kafamda. Gidecektim. Varış ve ayrılma günleri dahil 3 gün sürem vardı ve NYC beni bekliyordu. Gerçekten bekliyordu ve hazırlanmıştı çünkü ocak ayının başında yağmursuz, karsız, rüzgarsız ve güneşliydi. Kennedy'ye indiğimiz dakikadan itibaren benim için şehir başlamıştı. İlla ki müze göreceğim, köprüye gideceğim, Özgürlük Anıtının tepesine çıkacağım gibi koşullanmalarım yoktu. O metroya binmek, kalacağım yeri bulmak, yerleşmek, yemeğe çıkmak, sokaklarda yürümek...26 yıllık planlar uygulamaya konulmaktaydı. Bu yazı yaptığım şeyleri gördüğüm yerleri anlattığım bir yazı gibi olacaksa da, 2 günde NYC nasıl dolaşılır gibi düşünceleri olanlar için de bir kaynak olmasını isterim.
Sabah gün aydınlandığı gibi otelden çıkmalıydım. Long Island'daydım ve Ground Zero'dan başlayacaktım. Elimde sadece, içinde kart olmadığı için gps'ini kullanamadığım ama fotoğraf çektiğim bir cep telefonu vardı ve enteresandır hiç aksilik çıkmıyordu. Wall Street'in hemen altında boş bir meydanda toplanmış satış arabalarının birinden felafel aldım ve banka oturup kahvaltı yaptım. Aslında böyle anlatmak gerçekten çok zor çünkü attığım her adım, geçtiğim her sokak birşeyler ifade ediyordu. Oradan Amerikan Bağımsızlık Bildirgesinin imzalandığı binaya geçtim. Gene oraya çok yakın ünlü Trinity Kilisesi'ni dolaştım. Bu arada Hristiyanlıkta da bizim gibi bildiğimiz beş vakit namaza benzer şeyler varmış. Yani öyle "oh, hristiyanlık ne rahat pazardan pazara git kiliseye ilahi oku gel" demekle olmuyormuş. (Trinity'nin girişinde kapıda vakitler yazıyordu, oradan biliyorum.) Yürüyordum, sadece yürüyor ve caddelere binalara bakıyordum. Nehrin kenarına kadar indim. Brooklyn Köprüsü'nü izledim. Staten Island'a giden feribotların kalktığı limana gittim. Dolaştım, dolaştım...
Ve sırada Empire States Building vardı. Ona da çok kolay ulaştım, çıktım tüm şehri dakikalarca seyrettim. Gene geç bulduğum erken kaybettiğim ama yakında tekrar görüşeceğimiz arkadaşım Nazlı'nın mutlaka görmemi tavsiye ettiği 5D şehir turu gibi birşey olan filmi izledim. Müthiş keyif aldım. Sıra fifth avenue ve central park'a gelmişti. Tüm caddeyi boydan boya yürüyerek, köşelerden hotdog alarak, binaları izleyerek, bazı mağazalara girerek parka kadar yürüdüm. Bir iki gün önce bir dizide bir çiftin evlendiği ve benim imrenerek izlediğim noktadan bugün yürüyerek geçiyordum. Bisiklet grupları antrenman yapıyor, buz tutmuş gölde her yaştan insan paten keyfi yaşıyordu. Tabi insanoğlu hep daha fazlasını istiyor. O anda benim de aklıma onların birer NewYorker olduğunu benim ise 48 saat sonra bu rüyadan uyanacağım gelmişti. Kuzeye doğru devam ettim, hava kararmaya başlamıştı ve ben MET'e ulaşmıştım. Şehre gitmeden önce şehirle ilgili konuştuğum tek New York'lu arkadaşımın bana ettiği 2-3 tavsiyenin birisi şuydu. "Sakın müzeye aç girme." Tamam çok tok değildim ama bu kadar da olacağını tahmin edememiştim.
1- Müze bitmiyor.
2- Kesinlikle her yeri her şeyi göremiyorsunuz.
3- Müze bitmiyor.
4- Artık ya siz yoruluyorsunuz, ölüyorsunuz, ya çok acıkıyorsunuz, ya da müze kapanıyor.
5- Müze bitmiyor.
6- Yemek yenilebilecek yerler var tabi ama mesela bir hamburger 15 dolar filan veya restaurantlar 40-50 dolar gibi.
7- Demiş miydim? Müze bitmiyor.
Yani içinizde bir ukte kalıyor, şurayı görmemiştim, şurayı üstün körü geçtim, şunun hakkını veremedim gibi.
Müzeden bizi attıklarında saat 9 olmuştu haliyle. Aklımda Times Square vardı ama Özgeciğimin haklı olarak tekrar tekrar beni hırsızlık ve darp olaylarına karşı uyarmalarını dikkate alarak hiiç riske girmeden metroya atlayıp Long Island istikametine yöneldim.
2.bölümde de Times Meydanı aylak aylak yürüyüşlerimizi anlatacağız.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)