16 Ocak 2013 Çarşamba

26 yıl sonra gelen ödül

Çocukluğumdan buyana ABD benim için hep ulaşılması gereken bir nokta, görülmesi gereken bir yer, yaşanılması gereken bir macera olarak zihnimde yer etmekteydi. Amerikan rüyası demek istemiyorum çünkü öyle bir hayranlık değildi, ama seviyordum onları. Eyaletlerini, insanlarını, özellikle 90-91'de Türkiye için hayal olan o gökdelenlerini, filmlerini, dizilerini; araştırıyordum, inceliyordum, izliyordum.

Aslında zor gibi görünüyordu gitmek, görmek. Üniversitenin ilk yıllarında mesela, ilkokula giderken saçlarını Bart Simpson gibi tarayan, şimdi ise Paul McCartney stili dolaşan bendeniz için ABD olmayacak birşey değil ama nasıl olduracağını bilemediğim birşeydi.

Ama bizim herşeyi bilmemiz gerekmiyor. Çünkü insanlar plan yapar, Allah yukarıdan onları izleyip güler. Bir pazar sabahı telefon çaldı. "Benimle iki hafta sonra iki aylığına Seattle'a çalışmaya gelir misin?" diyordu karşıdaki ses. İki saniye düşündüm ve onayladım. Vizeye başvuruldu, biletler alındı, işler bitirildi, sorumluluklar devredildi ve bir kasım gecesi 12'de, 3 günlük yolculuğun ardından -ben her noktasından iflas etmek üzere olan bir vücutla- 3 kafadar bir yol kenarında hamburgerlerimizi yemekteydik.

Sabah kalktığımda perdeyi araladım, şöyle bir arabalara baktım, yolları inceledim, tabelaları okudum. Ve şöyle dedim, "Olum, Amerika'dasın..."

2 aya yaklaşan Washington eyaleti günlerine sonra gelebilirim ama öncelikle çocukluk aşkımdan bahsetmek istiyorum. Adı NYC. Benim yoğun, yorucu, yalnız, karışık ve bazen sıkıcı Olympia günlerimde bir ödül olarak düşlediğim, o sıkıntılardan sıyrılmamı sağlayan kıymetlim. Hiç bir plan yoktu kafamda. Gidecektim. Varış ve ayrılma günleri dahil 3 gün sürem vardı ve NYC beni bekliyordu. Gerçekten bekliyordu ve hazırlanmıştı çünkü ocak ayının başında yağmursuz, karsız, rüzgarsız ve güneşliydi. Kennedy'ye indiğimiz dakikadan itibaren benim için şehir başlamıştı. İlla ki müze göreceğim, köprüye gideceğim, Özgürlük Anıtının tepesine çıkacağım gibi koşullanmalarım yoktu. O metroya binmek, kalacağım yeri bulmak, yerleşmek, yemeğe çıkmak, sokaklarda yürümek...26 yıllık planlar uygulamaya konulmaktaydı. Bu yazı yaptığım şeyleri gördüğüm yerleri anlattığım bir yazı gibi olacaksa da, 2 günde NYC nasıl dolaşılır gibi düşünceleri olanlar için de bir kaynak olmasını isterim.

Sabah gün aydınlandığı gibi otelden çıkmalıydım. Long Island'daydım ve Ground Zero'dan başlayacaktım. Elimde sadece, içinde kart olmadığı için gps'ini kullanamadığım ama fotoğraf çektiğim bir cep telefonu vardı ve enteresandır hiç aksilik çıkmıyordu. Wall Street'in hemen altında boş bir meydanda toplanmış satış arabalarının birinden felafel aldım ve banka oturup kahvaltı yaptım. Aslında böyle anlatmak gerçekten çok zor çünkü attığım her adım, geçtiğim her sokak birşeyler ifade ediyordu. Oradan Amerikan Bağımsızlık Bildirgesinin imzalandığı binaya geçtim. Gene oraya çok yakın ünlü Trinity Kilisesi'ni dolaştım. Bu arada Hristiyanlıkta da bizim gibi bildiğimiz beş vakit namaza benzer şeyler varmış. Yani öyle "oh, hristiyanlık ne rahat pazardan pazara git kiliseye ilahi oku gel" demekle olmuyormuş. (Trinity'nin girişinde kapıda vakitler yazıyordu, oradan biliyorum.) Yürüyordum, sadece yürüyor ve caddelere binalara bakıyordum. Nehrin kenarına kadar indim. Brooklyn Köprüsü'nü izledim. Staten Island'a giden feribotların kalktığı limana gittim. Dolaştım, dolaştım...

Ve sırada Empire States Building vardı. Ona da çok kolay ulaştım, çıktım tüm şehri dakikalarca seyrettim. Gene geç bulduğum erken kaybettiğim ama yakında tekrar görüşeceğimiz arkadaşım Nazlı'nın mutlaka görmemi tavsiye ettiği 5D şehir turu gibi birşey olan filmi izledim. Müthiş keyif aldım. Sıra fifth avenue ve central park'a gelmişti. Tüm caddeyi boydan boya yürüyerek, köşelerden hotdog alarak, binaları izleyerek, bazı mağazalara girerek parka kadar yürüdüm. Bir iki gün önce bir dizide bir çiftin evlendiği ve benim imrenerek izlediğim noktadan bugün yürüyerek geçiyordum. Bisiklet grupları antrenman yapıyor, buz tutmuş gölde her yaştan insan paten keyfi yaşıyordu. Tabi insanoğlu hep daha fazlasını istiyor. O anda benim de aklıma onların birer NewYorker olduğunu benim ise 48 saat sonra bu rüyadan uyanacağım gelmişti. Kuzeye doğru devam ettim, hava kararmaya başlamıştı ve ben MET'e ulaşmıştım. Şehre gitmeden önce şehirle ilgili konuştuğum tek New York'lu arkadaşımın bana ettiği 2-3 tavsiyenin birisi şuydu. "Sakın müzeye aç girme." Tamam çok tok değildim ama bu kadar da olacağını tahmin edememiştim.

1- Müze bitmiyor.
2- Kesinlikle her yeri her şeyi göremiyorsunuz.
3- Müze bitmiyor.
4- Artık ya siz yoruluyorsunuz, ölüyorsunuz, ya çok acıkıyorsunuz, ya da müze kapanıyor.
5- Müze bitmiyor.
6- Yemek yenilebilecek yerler var tabi ama mesela bir hamburger 15 dolar filan veya restaurantlar 40-50 dolar gibi.
7- Demiş miydim? Müze bitmiyor.
Yani içinizde bir ukte kalıyor, şurayı görmemiştim, şurayı üstün körü geçtim, şunun hakkını veremedim gibi.

Müzeden bizi attıklarında saat 9 olmuştu haliyle. Aklımda Times Square vardı ama Özgeciğimin haklı olarak tekrar tekrar beni hırsızlık ve darp olaylarına karşı uyarmalarını dikkate alarak hiiç riske girmeden metroya atlayıp Long Island istikametine yöneldim.

2.bölümde de Times Meydanı aylak aylak yürüyüşlerimizi anlatacağız.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder