16 Eylül 2012 Pazar

Bir acayip Konya günü

Diğer gezilerden farklı olarak -sabah ilk uçakla gidip akşam son uçakla dönecek olamama rağmen- günün büyük çoğunluğunun toplantının yapılacağı otelde geçeceğini tahmin ettiğimden ne çok araştırma yaptım ne de arkadaşlarımın tavsiyelerini planladım yola çıkmadan önce. Zaten etli ekmeği denemiştim, beyaz şeker desen onunla büyüdük, mevlana desen her zaman bağlıyız; bu sebeplerle bu Konya ziyaretinde beni sadece toplantıya katılmak ve arkadaşlarla hasret gidermek konuları ilgilendirmekteydi.

İşlerimizi bitirip 5 gibi otelden ayrıldığımızda önce Konya'ya tepeden bakabileceğimiz yüksekçe bir yere gittik ardından 5 gerçek 1 de fahri Rizeli olarak bizim çay bağımlılığımızı gidermek için gene farklı bir çay bahçesine oturduk. Buraya kadar gayet normal olan gün birazdan alınacak nikaha gitme kararı ile değişecek, şenlenecekti. Alelade bir günde biraz daha takılıp havalimanına doğru yola çıkılması gereken grubumuz fuar merkezinde ki düğüne doğru yol alıyordu.

Gideceğimiz nikaha 4-5 bin kişinin gelmesi planlandığından böyle bir merkezde düzenlenmesi uygun görülmüş. Tabi biz uzaktan tanıdıklar olarak 4500. davetlinin duracağı noktanın yakınlarında takılmaya başladık. Amacımız hem bir hayırlı olsun demek hem de 1-2 tabak pilav yemek hazır gelmişken. Ve tabi değişik kültürleri tanımak.

Evet-evet olayının hemen ardından hall 2'ye geçiyoruz. Onlarca masa ve her masada 8-10 kişi var. İşte acayiplikler burada başlıyor. Gelenek 1: Masa bulmak için o anda dolu olan bir masanın etrafına gidiyorsun ve sandalyenin tam arkasında duruyorsun. O anda yemek yemekte olan arkadaş yemeğini bitirdikten sonra sen oturuyorsun. Ne o acele ediyor ne de senden rahatsızlık duyuyor. Ama sandalyenin tam arkasında durman lazım lakin diğer arkadaşınla konuşurken yerin kapılabilir ki bizim başımıza geldi. Masa aynı anda yemeği bitirip kalkıyor ve sizin grubunuz oturuyor. Eğer o ana kadar tanışık değilseniz farketmez, artık siz bir yemek masası kardeşisiniz. Herkes önünde duran kullanılmış kaşıklarla masaya vurmaya başlıyor. Bu garsonun gelip masanızı temizlemesi için bir işaret. Masa temizleniyor ve ilk olarak pilav gelecek. Eğer şefi kandırabilirseniz kendinize 'denizaltı' tabak yaptırabilirsiniz. Bu normalin iki hatta üç katı et ve bol yağlı pilav anlamına geliyor. Bizim ilk tabağımız bu şekilde oldu. Yemek tek tabaktan yeniyor. Masada su ve meyve suyu da var. Tüm yemek çok hızlı yeniyor ve ufak bir nüans olarak kaşığı hiç elinden bırakmıyorsun. Tabak 70-80 saniye içerisinde bitiyor ve hemen o an 2 çok büyük kasede yoğurt çorbası geliyor. Gene aynı kaselerden çorbaları içiyoruz ve hemen ardından bir tabak daha pilav geliyor. Bir kaç dakika içerisinde bitiyor ve benim için günün en anlamlı dakikaları başlıyor. Çünkü 2 çok büyük kasede bamya çorbası masada... Tadı çok güzel ama asıl amacı sindirime yardımcı olmakmış bunun çünkü bir tabak daha pilav geliyor. Bu arada tabak dediğim büyük boy salata tabağı. Biz bunu da bitirirken gene aynı tabakta helva geliyor. Hemen ardından da 2 büyük tabakta zerde tatlısı. Zerdeden son kaşıklarımı alırken yavaştan başım dönmeye başlıyor, ama sıkıntı yok. Nasılsa uçak yolculuğunda yanımda arkadaşım var deyip kendimi rahatlatıyorum. Yemeğin bitmesinde yakın masada dua edilip yavaş yavaş kalkmaya hazırlanılıyor. Bu arada biz daha yemeğin ortalarındayken bir amca grubu masamıza gelip beklemeye başlıyor ama hiç kimse kesinlikle rahatsızlık hissetmiyor. Onlarda da herhangi bir homurtu veyahut saygı beklentisi yok. Ama tabi biz Rizeliler olarak bu durumdan gayet rahatsızız ve bu az yememize neden oluyor.

Bu enteresan dakikaları sonlandırıp dışarı çıktığımızda siz 'Konyalıysanız acayipseniz' biz de 'Rizeliyiz çılgınız' deyip otoparkın ortasında aracın farlarını yakıp horon vuruyoruz. Tabi artık bu horon ayrılığın habercisi oluyor. Grubumuz 3'e ayrılıp Konya'ya, Rize'ye ve İstanbul'a doğru yola çıkıyor.

İşte size 10 gelenekle Konya nikahı nasıl olur anlattım. Tabi belirtmekte yarar var bu gelenekleri gerçekleştirirken en ufak bir yanlış anlama veya alınma veya rahatsız olma gibi durumlar söz konusu değil. Herkes eğlenceli 30-40 dakika geçirmek için bunları yapıyor.

Mcdonnall Douglas garanti kartı

Başlıktan da anlaşılacağı üzere bu şahane uçaklarla dalga geçmek için hazırlanmış bir form. Ben gördüm çok eğlendim buraya da koydum. 8.soruya özellikle dikkat :)

"warranty card

thank you for purchasing a mcdonnell douglas military aircraft.

in order to protect your new investment, please take a few moments to fill out the warranty registration card below. answering the survey questions is not required, but the information will help us to develop new products that best meet your needs and desires.

1. [_] mr. [_] mrs. [_] ms. [_] miss [_] lt.

[_] gen. [_] comrade [_] classified [_] other

first name:.....................................................

initial: ........

last name:......................................................

password: .............................. (max 8 char)

code name:.....................................................

latitude-longitude-altitude:........... ........... ..........

2. which model aircraft did you purchase?

[_] f-14 tomcat

[_] f-15 eagle

[_] f-16 falcon

[_] f-117a stealth

[_] classified

3. date of purchase (year/month/day):19....... /....... /.......

4. serial number:.................................................

5. please check where this product was purchased:

[_] received as gift / aid package

[_] flown in from iraq during gulf war and appropriated

[_] catalog showroom

[_] independent arms broker

[_] mail order

[_] discount store

[_] government surplus

[_] classified

6. please check how you became aware of the mcdonnell douglas product you have just purchased:

[_] heard loud noise, looked up

[_] store display

[_] espionage

[_] recommended by friend / relative / ally

[_] political lobbying by manufacturer

[_] was attacked by one

7. please check the three (3) factors that most influenced your decisionto purchase this mcdonnell douglas product:

[_] style / appearance

[_] speed / maneuverability

[_] price / value

[_] comfort / convenience

[_] kickback / bribe

[_] recommended by salesperson

[_] mcdonnell douglas reputation

[_] advanced weapons systems

[_] backroom politics

[_] negative experience opposing one in combat

8. please check the location(s) where this product will be used:

[_] north america

[_] iraq

[_] central / south america

[_] iraq

[_] aircraft carrier

[_] iraq

[_] europe

[_] iraq

[_] middle east (not iraq)

[_] iraq

[_] africa

[_] iraq

[_] asia / far east

[_] iraq

[_] misc. third world countries

[_] iraq

[_] classified

[_] iraq

9. please check the products that you currently own or intend to purchase in the near future:

[_] color tv

[_] vcr

[_] icbm

[_] killer satellite

[_] cd player

[_] cray or other supercomputer

[_] air-to-air missiles

[_] space shuttle

[_] nintendo 64

[_] nuclear weapon

10. how would you describe yourself or your organization?

(check all that apply:)

[_] communist / socialist

[_] terrorist

[_] crazed

[_] neutral

[_] democratic

[_] dictatorship

[_] corrupt

[_] primitive / tribal

11. how did you pay for your mcdonnell douglas product?

[_] deficit spending

[_] cash

[_] suitcases of cocaine

[_] oil revenues

[_] personal check

[_] credit card

[_] ransom money

[_] traveler's check

12. your occupation

[_] homemaker

[_] sales / marketing

[_] revolutionary

[_] clerical

[_] mercenary

[_] tyrant

[_] middle management

[_] eccentric billionaire

[_] defense minister / general

[_] retired

[_] student

13. to help us understand our customers' lifestyles, please indicatethe interests and activities in which you and your spouse enjoy participatingon a regular basis:

[_] golf

[_] boating / sailing

[_] sabotage

[_] running / jogging

[_] propaganda / disinformation

[_] destabilization / overthrow

[_] default on loans

[_] gardening

[_] crafts

[_] black market / smuggling

[_] collectibles / collections

[_] watching sports on tv

[_] wines

[_] interrogation / torture

[_] household pets

[_] crushing rebellions

[_] espionage / reconnaissance

[_] fashion clothing

[_] border disputes

[_] mutually assured destruction

thank you for taking the time to fill out this questionnaire. your answers will be used in market studies that will help mcdonnell douglas serve you better in the future - as well as allowing you to receive mailings and special offers from other companies, governments, extremist groups, and mysterious consortia.

as a bonus for responding to this survey, you will be registered to win a brand new f-117a in our desert thunder sweepstakes!

comments or suggestions about our fighter planes?

please write to:

mcdonnell douglas corporation

marketing department

military aerospace division"

27 Ağustos 2012 Pazartesi

Yiyoruz ama çalışıyoruz da...





Ailenizin blogcusundan dev hizmet.






29 Temmuz 2012 Pazar

Ermenistan 1.Gün

Ermenistan hazırlık aşaması diye de bir yazı hazırlamak isterdim ama perşembe gecesi 11'de uçağa binmem gereken bir geziden çarşamba öğle 3'te ve İstanbul'dayken haberim olduğundan ayrıntılı bir hazırlık yaptığım söylenemez, zaten beklenemez de. Çarşamba İstanbul'da halletmem gereken çok önemli işleri kısa sürede halledip sevgili arkadaşım Mustafa'nın da beni kelimenin tam anlamıyla ekmesiyle Bursa'ya dönüşüm bir kaç saat öne çekildi. Gece yarısına kadar yolculuk hazırlıklarını tamamlayıp, yarın erken saatte iş yerine gidip birikmiş ve gelecek işleri de halletmek için uyku moduna geçtim.
Perşembe günü sabah kalkış 7'de oldu ve hızlı bir şekilde işlerimi halledip 11.30 feribotu ile fiili olarak Ermenistan yolculuğu başladı. Babaannemin anlattıklarından hatırımda kaldığı üzere bundan 40 sene önce Bursa'dan Edirne'ye giderken 8-9 tane faklı araca biniyorlarmış. Benim de bu yolculuğumda farklı bir durum olduğu söylenemez. Kabataş'a inişten sonra gene kısa sürede Karaköy-Kadıköy-Altunizade-Kadıköy yapıp saat 7'ye doğru yolculuk moduna girmiştim. Fakat ortada bir sorun vardı. Malumunuz üzere diplomatik problemlerden dolayı Erivan'a uçuşumuz olmadığından bilet Tiblis'eydi ve ben gece 2'de Tiblis'e indikten sonra o anda adını bilmediğim ve gelene kadar her lazım olduğunda cebimde ki 5 santime 5 santim hayat kurtarıcı bloknotuma bakarak söylediğim ve sonunda buranın havasını kokladığımda ismini öğrendiğim Dilijan'a nasıl gidecektim?
Bu sorunun cevabı saat 7'de geldi. Mesajda şu yazıyordu. Havalimanından Orachala bus station'a taksi, oradan Vanzador'a taksi, oradan Dilijan'a taksi. Bu açıklayıcı mesajı aldıktan sonra artık Kadıköy'den Sabiha Gökçen'e giden otobüse gönül rahatlığıyla binebilirdim.
Galiba Gürcistan'ın ünlülerine ev sahipliği yapan bir uçağa denk gelmişim çünkü bir görseniz birbirine selam vermeler, bağırarak laf atmalar...Uçakta bayram havası. Ama tabi "Türk her yerde" mottosu geçerli olmaz mı hiç? Ben de Behzat ç.'nin Hayalet'ini gördüm.
Tiblis hava limanına inmeden önce TAV tarafından inşa edilip gene kendisi tarafından işletildiğini öğrendiğimde için bir nebze daha rahatlamıştı. Çünkü koltukları benim sabah 7'ye kadar evim olacaktı. Gece 3'te Tiblis hatta Ermenistan sokaklarına çıkmayı düşünmüyordum. Liman 3 katlı daha doğrusu 2,5 katlı bir binaya sahip ve neredeyse sadece bir giyim mağazası büyüklüğünde. "Buçukuncu" kat olan kattan giriş yapıp kendime güzel bir yer aramaya başladım. Ama gayet dolu olan limanda değil 3 tane yanyana ve kolçaksız koltuk bulmak boş tek koltuk bulmak dahi zordu. Sonunda 2 koltuk olarak başladığım uykumu sabah saatlerine doğru 3 koltuğa ulaşarak sürdürdüm. Tabi gidilecek bir belirsizlik olduğunda insanı uyku da tutmuyor. Halbuki yerim çok rahat yani uyuyamadığımdan değil. 6 gibi kalkıp elimi yüzümü yıkayıp Orachala'ya doğru yola çıktım.
Gürcistan beklediğimden daha gelişmiş, ülkemizden daha az gelişmiş bir ülke, ilk izlenim olarak. Taksimetre açmadığından tartıştığımız şoför "abi biz de zeytinburnu çocuğuyuz" sözümden sonra tabii ki benim sözüme geldi ve 15 dakika süren bir yolculuktan sonra inme vaktim geldiğini söyledi. Tabi işin riskli tarafı tabelaları okuyamadığından indiğin yerin gitmek istediğin yer olup olmadığını bilmiyorsun. Neyse ki indiğim gibi yanıma gelen abilerden Vanadzor'a ve Erivan'a giden taksilerin oradan kalktığını öğrenip rahatladım. Babacan bir şoföre denk geldim. Hemen çantayı bagaja atıp, yola çıktı. Ben 3.kişiydim. Diğer iki arkadaşın rahatlıklarından ve konuşmalarından "oralı" oldukları belliydi. Gürcistan mı Ermenistan mı olduğunu henüz tam olarak çıkaramıyorum tabi. Yolculuğun 3-4 saat süreciğini bilerek başlıyorum tabi ama rahatım iyi şu anda. Araç mercedes, arkada 2 kişiyiz, camlar açık püfür püfür rüzgar esiyor ve çok acayip ama kulağa hoş gelen Gürcistan müzikleri.
Ve sonunda beni en çok endişelendiren noktaya da geliyoruz. Ermenistan sınırı. Azıcık İngilizce azıcık Türkçe bilen babacan şoförümüz bana "kardeş, sen git al şuradan, biz seni bekliyoruz" diyor. Tamamını bu şekilde söylemese de kardeş dediğinden eminim. Vize bürosunda hiç bir zorluk yaşamasam da hemen yanında ki bankadan para Ermeni Dramı alırken tam yarım saat gişede ki suratsız elemanın kasayı devralmasını bekliyorum. Bunlar daha sıfırları da atmamışlar adam 50 milyon dram, 5000 euro ve 10000 dolar filan saydı ve gişeyi açtı. Tabi ben dışarıda beni bekleyen 3 kişiyi düşünüyorum. Neyse ki çok anlayışlı insanlarmış ki ağızlarını açıp bir kelime dahi söylemediler. Buradan Gürcistan'lı olduklarını çıkarabilir miyiz? Off, milliyetçiliğe gel...
4 saati devirdik ve ben artık Erivan'a hoşgeldiniz tabelasını göreceğimizden şüphelendiğim için hazır Türkçe'den de girdiğimiz için "abi, daha gelmedik mi? diye soruverdim ve sanki beni bekliyormuş gibi 4 saniye sonra Vanadzor tabelası göründü. Adam beni Vanadzor'un girişinde bıraktı ve o yoluna devam ederken ben sırtımda doluluktan yırtılmaya başlamış bir çantayla Vanadzor'a doğru yürümeye başladım. Yanımdan geçen cenaze konvoyuna üzüntülerimi belirtirken bir yanda terminalin nerede olduğunu öğrenmem gerektiğini düşünüyordum. Sorduğum bir yaşlı beni bir caddeye yönlendirdi ki bu normalde gitmekte olduğum caddenin tam tersine bir caddeydi. Orada da gençten bir arkadaşı görüp sordum ama o da İngilizce bilmiyordu. Hayır sanki biz anadil gibi sökmüşüz İngilizceyi de adam bilmiyor diyoruz. 10 cümle öğrense benim kadar konuşacak zaten. Neyse söylemeye çalıyor yeri ama mümkün değil söyleyemiyor. Ama gerçekten çok zor, yazsa yazamıyor okusam okuyamıyorum alfabe farklı, konuşsa sadece nereden geldiğimi sormayı biliyor. Bir yandan da yürüyoruz baktım gelesi var, "hocam sen de oraya gidiyorsan beraber gidelim, yürüyelim" dedim ve başladık yürümeye. 5 belki 10 dakikalık ve hiç konuşmasız yürüyüşten sonra terminale geldik. Terminal dediğim de gözünüzde yanlış canlanmasın, 60 yıllık sarı bir bina önünde 4 tane 50 yıllık otobüs ve 5 tane 40 yıllık taksi bekleyen bir olgu. Terminale geldik ama arkadaş beni bırakmıyor. İçeri girdi, bilet fiyatını ve ne zaman olduğunu sordu bir yandan taksici abiler ben götüreyim filan diyorlar eleman onları savuruyor fırçalıyor filan. Neyse 3 saat sonraymış onu öğrendik ve arkadaşa teşekkürlerimizi sunarak ayrıldık. Ben önce otobüse gidip bir baktım hakikaten inanılacak gibi değil. Gerçekten 50 yaşında ve gerçekten onunla gitmek isterdim. Ama 3 saat bekleme gibi bir durumum olmadığından o biraz önce fırçaladığımız abinin yanına gidip paşa paşa bindik arabasına. Abimiz;



Kendisi sessiz sakin, gerçi onda da yabancı dil yok. Giderken gaz alacağız bir yerde durdu ama hareketleri bir görseniz bana arabadan in filan yapıyor böyle. Gaz istasyonu da Shell'i kıskandıracak vaziyette;


O vanalar işte gazın çıktığı yerler. Bir de pompacıdan uyarı yedik telefonla konuşuyorum diye. Hayır nefes alıp vermen yeter bunların patlaması için, diyemedim tabi.


Abi ödeme yapıyor. Merak ettim açıkçası kredi kartı geçerli mi diye? Neyse 10 dakika süren dolum işleminden sonra abi gene bana inanılmaz karizmatik bir el hareketiyle binmemi işaret ediyor. Yolu koyuluyoruz. Bu yolculuğun da 1 saat civarında süreceğini tahmin ediyorum ama bu kez o kadar rahat değilim. İşte o araba...


Yollar güzel aslında ama hem arabanın ikinci dünya savaşı gazisi olması hem içeri giren arılar hem de abinin her düzlük gördüğünde kontağı kapaması yolculuğu biraz konfora uzak duruma çekiyor. 1 saat boyuca gittiğimiz yol kenarları şu şekilde...


Dakikalarca hiç konuşmuyoruz, konuşamıyoruz ve bir anda gelen patlama sesi ortamda ki sessizliği bozuyor. İşte diyorum Samet daha 4.saatte "game over". Bir yandan kurşun nereye girmiş diye kontrol etmeye çalışırken camdaki çatlaklar dikkatimi çekiyor. Şoför abi direksiyona hakim olmaya çalışıyor diğer tarafta da. 9-10 saniye süren ilk şoktan sonra adam arkasını dönüp "tamam ya çakmak patlamış baksana" diyor, bana çakmak parçalarını göstererek. Vücuduma değen parçaların ondan geldiğini anlıyorum. Sonra abi hala arkasını dönmüş "güneş var ya güneş ondan patladı, çok sıcak oldu ya ondan patladı" filan diyor. Abi diyorum "tamam ya sanki atomu parçaladın da yüz saat anlatıyorsun biz Avrupa'da Tanrı parçacığını bulduk, sen daha hayatında ilk defa sıcak havanın gazı genleştirdiğini bulmuşsun" diyemedim ya la...
Yolda bizden çok önce kalkan bizim köyün komşu köyüne giden bir otobüsü geçiyoruz. İçi tamamen dolu insanlar kafaları camdan çıkarmışlar ama yaş ortalaması 67. Tavukları filan göremedim ama kesin vardır ve hızı 25-30 km. Gerçekten ben terminale gittiğim an kalksaydı eğer binmek isterdim o otobüse. İnanılmaz bir deneyim olurdu. Ama en azından durakta dururken binip koltuklarına oturabildim.
Son dakikada bir yanlışlık olmasın beni bu sıcakta yürütmesin diye adama sık sık cadde ve otel isminin söylüyorum ama pek anlıyor gibi görünmüyor. Tabi gene yardımcım gönderiliyor ve otostop çeken 2 genç için duruyoruz. Abinin gene şahane bi hareketle "alalım mı?" demesini "ayıpsın abi yolda kalanı almak bizim geleneklerimizde vardır" diyorum cevap veriyorum.


Ferrari dostluğu her yerde. Hemen kemerini bağlıyor ve şu duruşu çok hoşuma gidiyor, yol boyunca böyle gitti. Kurtarıcım olması ise çocuğun İngilizce bilmesinden kaynaklanıyor. Adam sor bakalım ya nereye gidiyormuş diyor ve başlıyoruz çocukla konuşmaya. Tarif ediyor önce şoföre ve arkasını dönüyor ikincisi cümlesi "Ermenistan hakkında ne düşüyorsun" yoyo aslında tam olarak "Ermenileri seviyor musun?" dedi. E herhalde niye sevmeyeyim dedim ve daha da konuşmadık. Sonunda otele ulaştık ve adam inmemi söylediğinde parayı vermeden cebimde ki notumu çıkardım, otelin duvarında Latin harfleriyle yazılmış ismini bulup kontrol ettim ve bundan sonra parayı verip adamı gönderdim çünkü yanlış otel olması durumunda Ermenistan'ın Puşak bölgesinde dağın tepesinde ki bir köyde sırtımda 15 kiloluk bir çantayla ne yapacağımı düşünmek dahi beni fazlasıyla ürkütüyor.
Bundan sonraki günler seminer programlarıyla geçtiğinden aslında çok da yazılacak bir şey yok.

26 Haziran 2012 Salı

Trabzon Trabzon dedik 250bin nüfus varmış

Bundan 20 gün önce sırada ki toplantımızın Trabzon'da yapılacağını öğrendiğimde bavul hazırlıklarım başladı. Fakat benim bavul olarak adlandırdığım heybe de denilebilecek çantanın hazırlanması 3-4 dakika sürdüğü için geriye çok fazla vaktim kalmıştı bu da Bursa'da ki işlerin halledilmesi ve o 2 güne iş bırakılmaması açısından iyi oldu. Bir ilk olarak Bursa şube gdt'ye 3 kişi katılacaktı. Kesin gidecekler belli olduğunda seyahatlerden sorumlu bakan olarak planı yaptım ve bilet işini hallettim. Perşembe akşamı maçın bitimine doğru evden çıkılıp eski garaj mevkiinde buluşup yola koyulduk. Önce Ali'nin aracı ile terminal, oradan Sabiha Gökçen'e otobüs ve sabah 5.45'te Trabzon'a uçuş bizi bekliyordu. Tabi geceyi yolculuk yaparak geçireceğimiz için uykumuzu taşıtlarda almak zorundaydık. Tamamen uyku halinde geçtiği için yol hakkında tam bir bilgi vermemiz imkansız ama tahmin edildiği gibi 3 saatte limanda olduğumuza göre sorunsuz bir yolculuk gerçekleşmiş diyebiliriz.

Check-in işlemlerimizi hallettikten sonra hem Trabzon hem de toplantı ile ilgili planları gözden geçirmeye başladık. Nerelere gidilecekti, neler konuşulacaktı, neler yapılacaktı...Bunları belirlememiz gerekiyordu. Yeme-içme konusunda bir sıkıntı yoktu çünkü 1 hafta öncesinden araştırmalara başlayıp bize 3 gün yetecek erzak tedarikçilerimizi hazırlamıştım. İndiğimiz gibi Havaş ile merkeze gittik, şoför bey ile girdiğimiz ufak muhabbet üzerine sağolsun bizi Ayasofya Kilisesi'nin önüne kadar götürdü. Belki de normal güzergahı burasıydı bilmiyorum ama bana biraz rotasından çıktı gibi geldi. Müze çay bahçesi olarak işletilen bu yere kuymak yemek için gelmiştik. Yanında yediğimiz kaygana ve normal servis edilen kahvaltı doğal ürünler olduğu düşüncesiyle hoşumuza gitti. 3 saate yaklaşan kahvaltı sonrası (tabisi 3 saat boyunca yemedik, yani Şeyma ile Ali yediler de ben yemeği çoktan bırakmıştım:) notlarımıza filan baktık, konuşma hazırladık, fotoğraf çektik vs.) merkeze doğru tekrar yola koyulduk.

Trabzon grubunun Düzce şubesi ile gelip bizi almasıyla programın ucundan girmiş olduk. Daha önce haritadan baktığımız için önümüzde 2 saate yaklaşan bir yol olduğunun farkındaydık ama gece yol gelmemiz bizde hafif sinir bozuklukları oluşturmaya başlamıştı ki bu Bursa'ya dönüp iyi bir uyku çekinceye kadar devam edecekti. Uzungöl'de verilen mola otele ulaşma saatimizi 1 saat daha ileri atmıştı. Ve yolculuğun sonunda şehir merkezinde buluşmamızın ardından tam 6 saat sonra otele girişimizi yaptık. Düzce grubu hemen dinlenmeye çekildiyse de Bursa buraya yan gelip yatmaya gelmemişti. Programda ki toplantı saatini bekliyorduk. Fakat katılım az olduğundan toplantı iptal oldu ve dost meclisi tadında bir gece yaşandı. Dost meclisinden de önce, Cumartesi günü Bursa'da olması gereken Ali'yi son dakika minibüsüyle havalimanına gönderip uçağa bindiğinin haberinin gelmesini bekleyedurduk.

Cumartesi sabahı gün erken başladı ve tüm gün yoğun toplantılarla geçecekti. Bu şahane havada uyunan 4 saatlik uyku dahi herkesin güne zinde başlamasına yetmişti. Otel yöneticilerinin çıkardıkları ufak tefek sorunlar da halledildi ve faydalı bir gün geçirildi. Şeyma Hanım, yaptığı mikro sunumla Bursa şubenin şimdiye kadar almadığı bir reaksiyon aldı ve göğsümüzü kabarttı, bizi gelecekte yapacaklarımız için motive etti.

Akşam vakti son dakikada değişen planla beraber Ayder Yaylası gezimiz ve rafting maceramız iptal olmuştu ve İstanbul'a dönüyorduk. Sun Express'in bir telefonla hiç bir zorluk çıkarmadan 1 dakika içinde biletlerimizi 1 gün önceye almasıyla bize tekrar Trabzon merkez yolları göründü. 70 ekran plasma büyüklüğünde ekmek ile uçağa alındığımızda Trabzon'da bir gün daha kalma umudum tamamen yok olmuştu.

Uçak yolculuğuyla ilgili kısa geçersek,

Bir kızın tuvalette sigara içmeye çalışması. Anında siren çalmasıyla hosteslerin kilitli kapıyı açması ve kıza ceza kesmeleri. Kapının önden nasıl açıldığını gördüm. Merak eden okuyucuya anlatabilirim. Havalanmadan hemen önce göz teması kurup selamlaştığım teyzeyle de kızı bir güzel eleştirdik. Teyze kıza eroinman teşhisi koydu. Oyy karadenizli teyzem benim...

S: Niye kemerini takmıyorsun?
Ş: Kesin takın demiyor ki, isterseniz takabilirsiniz diyor :)

Türbülansa girdiğimizde sol pencerede rahat rahat - hem de entarisiyle - oturan arap abinin dualar okumaya, telaşla etrafa bakınmaya başlaması.

Hayır o sol tarafta ki hostesi bana neden gösteriyorsun ki? :)

Başkanın kitabını her açışımızda esrarengiz olayların gerçekleşmesi, olayları yazılabilir.


Hadi Sabiha Gökçen'e indik. Bursa'ya giden otobüsü bekleme kahrından dolayı Kızılkayalar'a geçip hamburger yer misin, ey okur? Biz gittik. Çok da kolay, çok da güzel oldu. Giderken gece saat 2'de FSM'de Galatasaray'ın stadına kadar trafik olduğunu görmesek daha iyi olabilirdi ama zaten biz hamburgerlerimizi, muhallebilerimizi yiyene kadar açılmıştı trafik. Tam sabah gün ağırmasıyla Bursa'da olduk ve evde kahvaltılara yetiştik.

25 Haziran 2012 Pazartesi

Okulun en mutlu günüymüş, bilmiyorduk

Sabah kalktığımızda bulutlar yerine güneşi gördüğümüz için; her ihtimale karşı sabaha bırakılan etleri alma işi Serhat Y. tarafından gerçekleştirilecekti. Değişen fakat internette yayınlanmayan yaz tarifesi sebebiyle başlangıç saatimiz yarım saat önceye alınmıştı fakat Serhat büyük bir efor sarfederek yetişmeyi bildi. Grubun büyük çoğunluğu Kabataş'tan binip Özge G.,ARS ve beni Kadıköy'den alacaklardı. Sabah işe çıkar gibi evden çıkıp 8 gibi iskelede oldum ve Özge'yi beklemeye başladım. Bundan 10 sene önce kapkaç hikayeleri dinleyerek yaşayan neslin bir ferdi olarak Özge G. ön tarafına astığı sırt çantasıyla uzaktan belirdi. Fakat ARS hala ortalıkta yoktu. Gemi yanaştı ve biz ARS'ın kendine has bir planı olduğunu tahmin ederek gemiye yöneldik. O arada Özge G. geminin üst katında birilerine el sallamaya başladı. Öpücükler, geliyoruz hareketleri filan ardısıra devam ederken ben de alt katta demirlerin yanında yanyana oturmuş tam 8 kişilik grubumuza el sallıyordum. Biz gemiye adım atarken Özge'nin de asıl-gerçek arkadaşlarımızı görmesiyle o el salladığı esrarengiz kişilerin kim olduğu asla anlaşılmadı.

Yurtdışından dönen Ahmet T. ile hasret giderdikten sonra kahvaltı yapma vakti gelmişti. Şahane deniz hava ve manzarası ve ortamdı aslında o anlamsız tostları yediren. Sabah güneşi güzeldi ama terletiyordu bizi biraz. Otobüse bindiği anda güneşin nereden geleceğini hesaplayarak oturacağı koltuğu seçen dedelerin torunları olarak biz bu işi beceremiyorduk. Yüzde elli şansımız vardı ve biz tutturamamıştık. Neyse ki İngiliz asilzadelerinden Londra'lı (ama ilçesinden) Murat Y. şemsiyesiyle gelmişti. Bu dakikadan itibaren Murat'ın yanında oturmak için yapılan güzellemeler, edilen teklifler, verilen rüşvetler burada yazılmayacak. Yolculuğumuz Murat'ın yanına sırayla oturma şeklinde devam etti. Son adaya geldiğimizde yükler paylaşıldı ve Bostancı iskelesinde bizi bekleyen ARS'a doğru yol alındı. Okuyucunun tahminine güvenerek ARS'ın son dakika değişikliği ile ilgili uzun uzadıya açıklamaya girmiyorum.

İçecek, meyve, sebze gibi maddelerin alımı için 5 kişilik grup çarşıya doğru sallanırken diğer arkadaşlar faytonlara binip piknik alanını seçmek için bizden ayrıldılar. Özge G. ve Elif S.'nin profesyonel edaları ürün seçiminde bize güven veriyordu. Biz kim miyiz? Taşıyıcı statüsünde olan İrfan Purgaz, Murat Y. ve ben:) 2 market, fırın ve topçu dükkanı ziyaretinden sonra son kez kömür iadesi için uğradığımız marketten sonra hiç bir şey unutmamış olma temennisiyle faytona biniyoruz biz de. Biz iki göbekli olarak atları biraz zorlasak da, onlar üzerinden para kazanan fikirsiz sahiplerinin dahi onları bizim kadar düşünmediğini farkederek keyfimizi kaçırmıyoruz.

Ve piknik alanındayız. Dilburnu... Gerçekten güzel bir coğrafya ve park gibi yapılmış olması, biletle girilmesi biraz olsun düzenli bir ortam oluşturmuş. Sağolsun görevli bizi hemen tanıyor ve içeri giriyoruz. "all gates access"  olayını her zaman çok sevmişimdir. Piknik alanı üst kısmında terleten güneşi ve alt kısmında titreten rüzgarıyla bizi şaşırtıyor ama yerin sakinliği ve büyüklüğü nedeniyle (biraz da üşengeçlik var tabi o kadar yerleşmişiz) altta kalmayı tercih ediyoruz.

Serhat gerçekten tüm gününü bizim için feda ederek anında mangala girişiyor. Hakan'ı da co-mangal operatör olarak yanında görüyoruz. Tabi 10 saat içinde çok şahane dakikalar geçti fotoğraflardan da bunu görebiliyoruz ama unutulmayacaklar,

Emin'in diş tedavisinden çıkıp aç halde ve bir şey yiyemeyecek durumda olmasında rağmen bizi yalnız bırakmaması öğleden sonra gelmesi,

Gülci'nin de ona keza son dakikada işi çıkmasına rağmen işini bitirip Emin ile aynı dakikalarda aramıza katılması ve bi milyon kafasıyla yaptığı artistik hareketler. Yok yani nasıl açıklayayım benim elimle tutunamadığım ağaca adam ayaklarıyla tutunup dakikalarca orada yaşadı.

Ösge'nin, anne edasıyla masaları silmesi, hazırlaması, servisi, offf o sarması, o köftesi,

Serhat'ın gerçekten unutulmayacak mangal hazırlıkları ve mangalcı hareketleri:), ve o çatal,

ARS'ın her defasında bu çatala takılması, en büyük fobisinin bu olduğunu öğrenmemiz,

Hako mako'nun voleybolda ki gizli cevherinin gün yüzüne çıkması,

Enis'in inanılmaz kolaylıkta ki acayip zor zeka sorusu,

Ahmet T.'nin magic kokan hareketleri,

İrfan'ın Sütkat'ı,

Murat Y.'nin in a relationship with masa'sı,

Emel'in kıt imkanlarla hazırladığı şahane salatası,

Elif S.'nin tavlada gene rakip tanımaması olarak sıralanabilir.

Tabisi pikniğin olmazsa olmazı "veleybol" her şutta topun denize kaçma ihtimalini seve seve -emanet topla- oynandı. Aslında burada bir düzeltme yapmamız lazım. Emanet değil, gasp edilen top ve ip desek daha doğru olur. Gerçekten adamlara gidip siz çok oynadınız bizim topumuz var ama güzel değil. Şimdi siz sizin topunuzu bize verin dedik ve aldık. Buraya dikkat yanlış yazılmış bir şey yok. Adamların kendi toplarını çok fazla oynadınız diyerek aldık. 2 set sonucunda 1-1 eşitlik vardı ve tabi bu sonuç yakışırdı dostluk maçına. Gasp edilen ürünleri geri verdik. Hava kararmaya başlıyordu ama kimsenin kalkmaya isteği yoktu. Yaklaşan yağmur bulutları olmasa belki de son vapura kadar orada kalabilirdik ama başlayan yağmurun bize tanıdığı 20-25 dakikalık fırsatı değerlendirip yola çıktık.

13 kişilik grup kah ıslanarak kah terleyerek dağınık halde aşağıya indik. Biraz aceleleri olan arkadaşlar vapura yetiştiler fakat biz son dakikalarda verdiğimiz bir mola sonrasında diğer vapura binmek üzere iskeleye yaklaşmıştık. Vapuru iskelede gördüğümüz an göz göze gelip koşuyoruz, gidiyoruz, yetişiyoruz hareketiyle turnikelerden geçmemiz bir oldu. ARS Bostancı'ya binmişti gene, biz 12 kişi Kadıköy'deydik.

Vapurda içilen akşam çaylarından sonra gene bir ayrılma noktası gelmişti fakat gerçekten öyle bir düşüncemiz yoktu. O zaman Kadıköy'de bir yerde takılacaktık. Gerçekten ayrılmaları gereken Elif S., Enis ve Serhat'ı Kabataş'a geçmeleri için vapurda bırakırken; biz -ismini Marakeş gibi bir şey olarak hatırladığım (çok kola içmiştim kafam yerinde değildi) - mekana geçiyorduk.

Kahve içtik, nargile çektik, konuştuk, eğlendik, ağır konular açtık, dönüş biletlerimizi almadık... Gelmez dedik ama o vakit de geldi. 3-4 saat daha orada vakit geçirdikten sonra ayrıldık. Adana'ya, İzmir'e, Marmaris'e, Seattle'a, Bursa'ya, Cin Deresi'ne, Balıkesir'e, Amasya'ya, Tebriz'e, Adapazarı'na, Kırgızistan'a, Bostancı'ya, Çağlayan'a, Mecidiyeköy'e....


24 Haziran 2012 Pazar

Her güzel şey bitermiş

Ve beklemediğimiz hafta gelip çatmıştı. Son kez o güzel sınıfta o güzel insanlar toplanacaktı. Son 4 sınavımızı verip 6-7 hafta önce Hakan'ın fikirbabalığı ile başlayan piknik organizasyonunun son düzenlemelerini yapacaktık.

Eğer bu blogun okuyucuları arasında Serhat'ın, Emel'in, İrfan'ın, patronları varsa onlara bir sözüm olacak. "Biz çarşamba günü İsmail H.'nin son sınavı için okuldaydık. Bu yazacaklarım tamamen paralel evrende hadi olmadı benim zihnimde, hayalimde geçmektedir.

Salı günü dertlerimizden -derslerimizden- kurtulduktan sonra bir kutlamayı hakettiğimizi düşünüyorduk ve bu kutlama macar kebabı ile yapılacaktı. 8 kişilik grubumuz metrobüsteydi artık. Hedef Balkan Lokantası.

Boğaziçi'li öğrenci grubu olarak yemeklerimizi bitirdikten sonra ufak bir tepe tırmanışı bizi bekliyordu. Fakat böyle bir ara sokakta güzel sayılabilecek bir boğaz manzarasına ulaşmak için bu tırmanış çok da fazla değildi aslında. Küfürler eşliğinde merdivenleri çıkarken hangi erkeğin kızlar takımının 4.üyesi olacağı konuşuluyordu.  Tabisi tabu oynanacaktı.

Emin'in dahil olduğu kızlar takımı bizi o akşam harcadı ve bu ARS'ın iki gün içinde yaşayacağı olumsuz olayların habercisi, ilk izdüşümüydü.

Güneş ışıklarını üzerimize daha az göndermeye başladıkça 8 kişilik grubumuz da azalıyordu. Piknik et ve mangal sorumlumuzu -büyük üstad- Serhat bizi aç bırakmamak adına görevini yerine getirmek için ayrıldı. Onunla beraber Emin ve Özge G.'de ayrıldılar ve tavla seansına geçildi. İki masada tavla maçları yapılırken ben -the tavla hater- pikniğin sorunsuz geçmesi için son hazırlıkları yapıyordum. Yarın yaşanacak bir sorunda ben ne yapardım, nasıl başa çıkardım? Bunu düşündükçe keyfim kaçıyor, uyku tutmuyordu. Yok yok ya, arka masada oturan hanımefendiyi bir yerden hatırlıyordum ama bulamıyordum. Kafam oradaydı. Sonunda bulmuştum ama diyalog çoğenteresan başladı.

B: Pardon siz geçen sene Mardin'de bir bisiklet yarışına katılmış mıydınız?
B.K.(Bisikletçi Kız): Ay ben de bekliyordum nasıl bir şekilde yazacaksınız ..... diye ama evet doğru bildin katılmıştım sen de mi oradaydın? (Cümleye bak! Nefret ve siz ile başlattı, merak ve sen ile bitirdi)

O cümlede 5 noktayı gördüğünüz noktada ben "Ne alakası var canım hiç öyle bir şey yapmam zaten ihtiyacım da yok" diyerek önüme döndüm ama kız nasıl bir saçmalığa imza attığını anladı ve işte o cümlelerle biraz toparlamaya çalıştı. Okuyucu yanlış anlamasın orada bulunanlarda farketmiştir, kız dediğime bakmayın annemden bir kaç yaş genç birisinden bahsediyoruz. Sporcu olduğundan genç gösteriyor o ayrı. İki bisikletçi olarak yaptığımız 10-15 dakikalık muhabbetten sonra B.K. kalktı ve ben tavla turnuvasını izlemeye devam ettim. Tam sonuçları şu an hatırlayamıyorum ama ARS ikinci mağlubiyetini de tavlada yaşadı galiba. ARS için uğursuzluklar devam ediyordu. Piknik saati yaklaştıkça bizi düşündüren meteorolojinin yağmur tahmininin tutup tutmayacağıydı. Elif M., ARS ve ben "karşı taraf" sakinleri olarak vapura yöneldik. Fakat yağmur bulutları geliyordu. Gece boyunca irtibat halinde halinde kalarak piknik kararından vazgeçilmeyeceği ortaya çıktı. 

12 Haziran 2012 Salı

Şu an maç izliyor ve ağlıyorum biliyor musunuz?

Ya arkadaşlar utandırıyorsunuz beni... Ben yaşadığı hoş anıları, gözlemlediği değişik olayları, arkadaşlarıyla olan zevkli muhabbetleri, tekrar o anları yaşamak ve biraz olsun -eğer becerebilirsem- kayda geçirmek için klavye tuşlarına basan bir insanım. Ama beni çok onure ettiniz. O edebiyat fakiri yazılarımı açıp başlıklarını okumanız dahi beni mutlu eder. Zaten 700 hitli, 4 kayıtlı okuyuculu dünyanın en az ünlü bloguna sahip olduğumdan yazı gönderdikten hemen sonra linkleri size atarak nasıl okunmaya ve okuyucuya ihtiyacı olan bir yazar olduğumu da göstermiyor değilim.

Neden yokum 4 saattir? Tweet lere cevap vermiyorum vs. Cevap: Sosyal ortamdan çok uzak kalan biri değilim tabii takdir edersiniz. En fazla 2 saatlik periyotlarla kontrol ederim. Fakat iş çıkışı bir toplantımız ardından da eğitimimiz vardı oraya gittik ve arkadaşımın şarjı bittiğinden ve kendisi önemli aramalar beklediğinden onun kartını taktık ve telefonsuz kaldım. 

Gelelim sizin büyük incelik yapıp sorduğunuz blog yazılarının neden gelmediği sorunsalına. Aslında bunun cevabı yok çünkü dediğim gibi ben, öylesine aklıma gelen, beni neşelendiren olayları tekrar yaşamak için arada oturup yazıyorum. Biraz da tabi şirkette işler birikmiş onları toparlamaya çalışıyorum. Öte yandan kafa bi acayip cümleleri toparlayamıyorum. Hani gazete okurken haberleri okursun ama köşe yazıları için dikkatini toparlayamazsın ya öyle bi durumdayım. Öyle işte. Ama gezi yazıları bir kaç güne gelir. Canlarım yaa...

31 Mayıs 2012 Perşembe

Johan Elmander Cafe & Carl's jr.

Dakikası dakikasını tutmayan ve bu sene moda olduğu için kullandığımız "muson ormanları tipi iklim" nedeniyle ördek gibi İstanbul sokaklarında dolaşıyordum. Pazartesi sabahıydı, hemen karşı kıyıda kavurucu güneş vardı, ben ıslanıyordum ve derse geç kalmıştım. Gemiden tramvaya kadar pek sorun yoktu, oradan metrobüse geçerken biraz ıslanacaktım ama ya metrobüsten sınıfa gidişte ne olacaktı? Çünkü kanunlara göre yağmur en şiddetli olarak o zaman diliminde yağacaktı. Biz iki Bursa'lı olarak...

Yalnız Türkiye'de Kürt sorunu biter, özgür düşünce tamamen yerleşir, ırkçılık biter; şu hemşehrilik olayı bitmez arkadaş. Ben de seviyorum. İstanbul'da yolun ortasında birini göreyim öpesim geliyor. Emel sınıfta olduğunda "The İstanbullular" benim gözlerimi bağlayıp, domuz bağı yaparlarsa filan hemen kurtarır, imdadıma yetişir gibi geliyor.

Neyse biz iki Bursa'lı olarak ıslanmazsak ayıp olur düşüncesiyle tam o yağmurun en şiddetli anında metrobüsten indik. Emel benden daha önce indiği için tam anlamıyla bir sucuk olmuş, hatta benim hep aklıma gelen fakat ilk kez gördüğüm olay gerçekleşmiş, yağmurdan dolayı telefonu bozulmuştu. Biz iki Bursa'lı sucuk olarak karşılıklı oturmakta dersin bitmesini beklemekteydik. Son zamanlarda zaten zayıflayan Emel ayağa kalktığında, yağmur dolayısıyla daralmış ve vücuduna yapışmış kot ile beraber tam bir "Betty Spaghetti" olmuş ve Zehra Hoca-the smiley- nin dahi dikkatini çekmişti.  

Son 3-4 aydır yaşadığım haftalarımı üçe ayırmak çok mümkün. Eğer okula 3 gün geldiğim haftalardan biriyse, pazartesi sabah gündoğumundan çarşamba geceyarısına kadar öğrenci, perşembeden cumartesiye çalışan, pazar günü ise sporcu şirin oluyorum.(Bu kelimenin nereden aklıma geldiğini okuyucu birazdan anlayacak) Ve bu öğrenci olarak geçen dakikalar beni fazlasıyla mutlu ediyor.

Son haftaların gelmesiyle öğrencilerde yaşanması beklenen rehavetin -ki bu benim bildiğim lisede filan olur, bizim sınıfta pek yok- the büyük hoca cenk bey'de belirmesiyle dersler boş geçmeye başladı. Bu hafta da direk gelmememizi isteyerek yaptığı büyük kıyak bize güzel bir öğleden sonra yaşamamız için fırsat doğurmuştu. Ne yapacağımıza karar verilecekti ama artık şunu öğrenmiştik. Biz metrobüse binip İncirli hatta Zeytinburnu durağına gelene kadar karar veremiyorduk. Bildik yumurta-kapı ilişkisi...

Karar verildi ve Mecidiyeköy durağına kadar gidilecekti. Oturacağımız mekan ise Cevahir'in altında ki gerçek ismini öğrenmemekte-kullanmamakta ısrar ettiğimiz Elmander Cafe olarak tanımladığımız yer olacaktı. Kadroyu sayarsak: (önde oturanlar, soldan sağa: ARS, emin, özge) (arkada ayaktakiler, soldan sağa: hako mako, me, hemşehrim emel, sara)

Yemeğe geçmeye karar verdiğimizde emel, sara ve emin artık bizimle değildi. (ARS! Özel isimlerin ilk harfini dahi küçük yazarken senin isminin tamamını büyük harflerle yazmamı es geçmiyorsundur herhalde) 4 dükkanlık Pelican Mall da dahi karar vermemiz 10-12 dakika sürdüğü için burada ne kadar bekleyeceğimizi tahmin edemiyorduk. Bu sebeple benim fahri marka elçisi olduğum Carl's jr. ı önerdim. Ve gittik. Özge'nin şansına patatesler kötü çıktı ama neyse ki hamburgerin lezzeti onu örtbas ediyordu. Özge -the hamburger üstadı- çok güzel diyemese de güzel not vererek "canım birtanem carl's jr.ımı" beğendi. Hako, ARS ve ben zaten hamburger olsun da her türlü yeriz modundaydık. (yok gerçekten tv'de dönen reklamların bununla bir ilgisi yok)

Yemeğin alay konusu da ben oldum ama bir sor neden? Kola içtim diye. Yaz gelmiş, soslu patatesleri yemişiz. Sonra vay efendim neden 2 galon kola içtin. İçiyorum ama bir sebebi var. Şiddete meyyalim vallahi dertten... İşin aslı da şu; 2-3 bardak kola, deneme amacıyla 1 bardak ice tea(yeni bir marka getiriyor artık the coco-cola company) hazımı kolaylaştımak amacıyla bir bardak da soda. Budur yani. Neyse tabi yemek bahane güzel bir muhabbet oldu gene. ARS iş için aramızdan ayrılırken doldurduğu anket formunu teslim edilmek üzere bize bırakıyordu(ettik de). Havanın kararmaya başlamasıyla dükkan turumuzu da bitirip evlerimize doğru yola koyulduk. 5 duraklık mesafede uyumayı başaran ösge günün uykucusu, iki kişiyi mars eden emel günün değil zaten legend of all times, sara ilk kez dışarıda bizimle takıldı wellcomes, hako mako the loser(çarşambanın da katkısı var), emin günün hastası, ARS gönüllerin king'i ve ben en berbat yazarı seçildim.

Çok uzun oldu diğer günler ayrı yazı olsun.  

Sakın kendinizi sıkmayın
Kendinize çok iyi davranın
Ne olur kendinizi üzmeyin
Bu tür şeyler de çok fazla aklınızda yer etmesin.

26 Mayıs 2012 Cumartesi

Sen benim her gece efkarım

Tamam taraftar da çok güzel söylüyor ama şunu bir düşünün ey beşiktaşlılar. Hava kararmış böyle buz gibi bir soğuk yok, mart-nisan filan. Sadece formayla gitmişsiniz stada. Hareketsiz kalınca üşüyorsunuz ama tribün ısıtıyor. Boğaz havası usul usul giriyor içinize. Maça kalmış 15 dakika. İşte o an stad hoparlörlerinden bu marş başlıyor ya. Eleman önce solo giriyor işte tam o anda vücutta ki tüm tüyler diken diken olmuyor mu? Bu marş için beşiktaşlı olunur filan diyorlar ya işte o an için de stada gidilir arkadaş. Marş aşağıda. Hep yazı bu okuyamıyoruz resim filan koysan iyiydi diyenler; hadi bakalım değil resim video koydum sizin için.


http://youtu.be/g-mWHvHLbSI


24 Mayıs 2012 Perşembe

Son günler ve ARS

İnsanların birbirlerini tanıması zor. Tanışmak, alışmak, anlaşmak. Ben ilkokula başladım aynı arkadaşlarla 5 sene gittik. Hazırlıkta tanıştığım arkadaşlarımı 7 sene her gün ailemden fazla gördüm. Ama bu yüksek lisans hiç olmadı böyle yahu. Ekim'de başladık, ısındık, öğrendik derken bitiverdi. Artık son günlerimizi yaşıyoruz. Havalar da güzel, hal böyle olunca bize de güzelce ve beraberce vakit geçirmek kalıyor.

Salı akşamı dışarıdaydık ama pek bir gelişme olmadı. Kısaca değinip Çarşamba'ya geçeyim. Bakırköy'e... Ya dur ya nasıl unutulur? Olmaz mı hiç yazılacak bir şey. Bizim gruptan bahsediyoruz. ARS'ın yaptıkları aklıma geldi derken arabayı hatırladım. Nereye gidelim ne yiyelim filan derken "süper İstanbul'lu" arkadaşlar Avcılar'dan Aksaray'a giderken Haliç Köprüsü kullanılmalı diye tutturduklarından Büryan Kebabından vazgeçtik ve Bakırköy'de karar kıldık. Ali Haydar...

Bir otomobil ve bir metrobüsümüz olduğundan her zaman ki gibi önce kızlar otomobile binecek yer kalırsa ARS binecek hala yer kalırsa Bursa'lı gurbetçi olarak ben de onlara eşlik edecektim. Ama son sözü araba söyledi. Hatta ondan ziyade çadırlarını sökerken çivileri zeminde bırakmış (Zeynep'in deyimiyle o.ç.şenlikçiler) söylemişti. Güneşin altında değiştirmemiz gereken bir lastik, işimizi görmeyen bir sigorta şirketi, açılamayan bijonlar bizim neşemizi kaçırmaya yetmiyordu çünkü bizim bir ARS'ımız vardı.

Stepneyi taşımaya çalışırken yerde gördüğüm Kont Dracula gölgesi bir an ayaklarımın boşalmasına sebep olduysa da bu ARS'tan başkası değildi. Havayı ancak 25-26 derece ısıtabilmiş olan mayıs güneşinin boynunu bronzlaştıracağından korkan ARS gömleğinin yakasını kaldırmış bizi izliyordu. Daha sonra ise bu taktiğin işe yaramayacağını söyleyip onu işkillendiren muzır arkadaşlarımız yüzünden bir söğüt gölgesi bulup onun altında dikilerek bizi izlemeye devam etti. Lastiği değiştirirken zorlandığımız anlarda bizi neşelendiren bir diğer konu ise Zeynep'in babasıyla olan şahane diyaloğuydu.

Z.: Baba sen arabanın hangi lastiğini yaptırmıştın? Lastik patladı da...
Z.B.: Yavrum evladım ben sana bugün arabayı alma demedim mi?
Z.:(İşte Zeynep'in efsane cevabı) Baba ne alakası var? Sen bana bu sebepten dolayı alma dememiştin ki...

Sonra Zeynep açıkladı ki; babası park probleminden dolayı bugünlük alma demiş. Ama cevap şahaneydi gerçekten.

Neyse lastik oldu fakat bir baktık ki ARS metrobüse doğru giden grubun en önünde hızlı adımlarla arkasına bakmadan yürümekte. Bunun açıklamasını yapmayacağım. İleride kitap basıldığında ARS'ı tanımayan insanlar için her zaman anlaşılamayan veya tahmin edilmesi gereken bir nokta olarak kalacak.

Ali Haydar mı? Aaa o güzeldi. Ali Haydar güzeldi. Yemekler, hizmet, lezzet. Ama arkadaşlık bambaşka.

Çarşamba okul çıkışı ise tarihin en kalabalık gayrı-resmi aktivitesini gerçekleştirdik. Tam 9 kişi Beşiktaş'a yemeğe gitmeye karar kıldık. İnternetten bilet alırken yanlış bir karar sonucunda biletimi her hafta olduğu gibi 9 seferinden almak yerine 7 seferinden aldığımdan ben biraz erken kalkacaktım bu yüzden iskeleye yakın bir yer tercih ettik. 9 kişi olarak girdiğimiz mekanda 7 veya 8 tane macar kebabı siparişi verince ve gözlerimizde ki ışıltıya binaen yemekçi arkadaş "siz boğaziçili misiniz?" diye sordu. Ben de istemsizce "evet" dedim. 5 adım yürüme ve hesap ödeme süresi boyunca Boğaziçili zannedilmek çok da fena değildi açıkçası. Ben çok ivedi yemeği bitirip kalkışa geçtim ve otobüsün anında gelmesi ve trafiğin rahat akması sonucu gemiye yetişebildim.

Yemeğin ardından sınıfımızın en eğlenceli aktivitelerinden olan Tabu oyunu oynamaya geçildi. Beşiktaş'ımızın merkezi çarşı'nın arka sokaklarında yer alan bu cafe biraz kalabalık olsa da Avcılar Avrupa Cafe'ye göre daha tercih edilebilecek bir yerdi. İlk kez oynayacak Gülci ve Murat eğlencenin sinyallerini veriyorlardı.

Aslında yapılması gereken bu iki göbeksiz arkadaşı ARS'ın takımına koymak olmalıydı ama takımlar öyle olmadı. Biz tabii ki bu işin içinde ARS'ın parmağının olduğunu tahmin ediyoruz. Sonuçta kendisi metrobüste yanına bir kadının oturmasını ayarlama yeteneğine sahip bir arkadaş. Çünkü iki erkek yanyana oturduğunda bacaklarını açıyorlar ve sürtüşme oluyor. Neyse takımlar: (ARS-elif s.-ösge ve emel) (murat-gülci-elif m.-emin) şeklindeydi. Murat ve Gülci acemiliğin verdiği heyecanla tüm tabu kelimeleri tabu olmaktan çıkarırken, ARS'ın yaşadığı hazzı tarif etmek imkansızdı. Onların yaptığı her hatayı bulma görevi ARS'a verilmiş gibiydi. Emin'in handikaplı takımını bataklıktan kurtarma amacıyla teşebbüs ettiği zaman tutma hilelerini ARS bir başkomiser Behzat ç. edasıyla çözmekteydi aynı zamanda. Bu eğlenceli dakikalar erkek arkadaşıyla buluşmak üzere mekandan ayrılan Elif s.'nin gidişiyle biraz azalmış sonra eski heyecanlı dakikalara geri dönülmüştü. Elif s. ile geçen bir saat ve elif s.'siz geçen bir başka saat ile birlikte tabu için ayrılan sürenin de sonuna gelinmişti.

9 kişilik grubun 4'ünün anadolu yakasına, 4'ünün avrupa yakasının farklı noktalarına ve birinin de Bursa'ya dağılmasıyla bu haftalık da okul maceramızın sonuna gelinmişti.

17 Mayıs 2012 Perşembe

Gene bir okul çıkışı

Kimimiz sunumunu yapıp kurtulmanın, kimimiz ise sunum yapmadan teslim etmiş olmanın rahatlığıyla terk ediyorduk okulu. 15 dakikada bir değişen hava durumuna aldırmaksızın pazar günü piknik planı yapmaya koyulacaktık. Fakat zatıalilerinin son dakika değişikliğiyle bir sunum daha çıkmıştı ve bu pikniğin bir hafta erteleneceği anlamına geliyordu. Ertelendi de...(yazarın aklına şu anda piknikten, çok yazılacak malzeme çıkacağı geldi ve pikniği ayrı bir heyecanla beklemeye başladı.)

Bir yerlere yemeğe gidilecekti ardından çay-kahve faslı olabilecek bir yerlere. Tabii ki hemen bulunamadı. İşin güzel tarafı metrobüse binilip 7-8 durak geçildiğinde hala katılımcılar ve daha da önemlisi gidilecek yer belli değildi. Fakat güzellikler bitmek bilmeyecekti bu akşamüstü. En güzel ve kabul edilen teklif yemeğe gelmeyecek bir arkadaştan Gülcigit'imizden geldi. Süleymaniye'ye kurufasulyeciye gidilecekti.

Bilen bilir zaten o okulun arasından girip camiye doğru yürürken insan dinlenmeye başlıyor. Biz Özge ile çok aç olduğumuzdan belki o huzuru yaşayamamış olabiliriz. Yani ben kesin yaşamadım onu biliyorum. O anda sadece 5 dakika sonra masamıza gelecek tabakları düşünüyordum. Ben iç dünyamda bunlarla boğuşurken Özge Gizem ile Beyazıt Kampüsü'nün eski kullanım amaçları hakkında bir tartışmaya girmemizi direk es geçiyorum... Hayır geçemiyorum şöyle ki; o bina harbiye nezareti olarak kullanılmadan önce okul değildi. E tabi okul "değilken" kullanılmadan önce de yangın kulesi veya itfaiye değildi. Orada sadece meşhur kule vardı ve yangınları gözetleme amacıyla kullanılıyordu. Okul ise bambaşka yerlerdeydi. Bu başka bir konu, burada uzatmıyorum:) (Bana açken gelmeyin arkadaşlar. Okulla ilgili şu iki cümleyi dün kuramadım ya ona yanarım.)

Masaya oturduğumuzda ben açlığın verdiği moral düşüklüğü ile garson geldiğinde yaptığım standart "kuru fasulye var mı" esprisini es geçmek zorunda kaldım. İçimde kaldı. Neyse ki adam bizden daha esprili biri çıktı da unutulmayacak dakikalar yaşanmasına ön ayak oldu. Biz "iki göbekli" olarak -Hakan ile- kuru fasulye ve pilav söyledik. Göbeksiz arkadaşlar ise -kuru fasulye ve pilav- söylediler. Baştan unuttuğumuz fakat sonradan masaya gelen şahane ötesi soğan tadı ve yemekler ile keyfimiz yerine gelmeye başlamıştı.

Yemekler bittiğinde garson(bundan sonra G.olarak bahsedilecek) hayatımıza girmeye başladı. Çay isteğimize "sıcak mı olsun?" sorusuyla iddialı bir çıkış yapan G. bizimle muhabbet kurmaya çalışıyordu. Hemen tüm tabakları toplamış son tabağı da alıp uzaklara doğru yol alacakken Özge'nin yardım etme isteği G.'nin o gün yaşayacağı tüm dakikaların birden değişmesine sebep olacaktı. G. bunu nereden bilebilirdi? Tam tabağı alırken Özge Gizem ile yaşadığı parmak teması G.'nin abdestini kaçırmıştı. Zaten muhabbete girmeye çalışan G. bu değişik olayı atlamadı ve bize mezhebini ve inceliklerini anlatmaya başladı. Yok efendim büyük kolaylıkmış, patronu bazen kızabiliyormuş...Uzadı gitti. Arkadaşlarım beni çay faslını uzatma konusunda yalnız bıraksa da sağolsun +1 çayımı getirip çaycının halinden anladığını da belli etti bu arada unutmayalım.

Özge'nin G.'nin abdestini kaçırdığı için kendini "suçlu" hissetmesi bahşiş bırakmasıyla bir nebze olsun dinmişti. Biz kalkıp köşeye doğru yaklaştığımızda G.'nin hala "ben öğrencileri çok severim, burayı unutamazsınız" gibilerinden kurduğu cümlelerin devam etmesi, ne kadar konuşmaya aç olduğunun bir kanıtıydı "adetağ".

"Türk kahvesi tabii ki Çorlulu'da içilir" dedik ve yola koyulduk. Kahve içerken her ne kadar çok enteresan bir şey olmasa da şaşılacak bir şey değildi çünkü bu Çorlulu'nun yapısına aykırıydı. Orada güzel muhabbet dönerdi, döndü de; yemekten sonra gidildiyse herkes mayışırdı, mayıştı da... Gelen bir telefon üzerine Ahmet Rs.'yi uğurladık ve mayışmamıza geri döndük.

Buradan kalkıp Eminönü'ne doğru yürürken "Kestirmelerden sorumlu oymakbaşı" Türk Ocağı'nın arasından girmeyi önerdi. Daha önce ki hezimetlerden ders almamış arkadaşları ise bu planı uygulamayı onayladılar. İran Konsolosluğu'nun önünden geçerken İrfan'ın sessiz konuşmaya çalışmasının ve sağ tarafta olan bizlere bakarak yürümesinin nedeni anlaşılmasa da ileri de araştırılacaklar ve ortaya konulacaklar klasörüne atıldı.

Neyse, artık bir yandan saate bakıyorduk gemiye yetişebilir miyiz diye bir yandan da sallanıyorduk denize doğru. Tam valiliğin önünde iki arkadaş elinde harita bize bir şeyler sormak için yaklaştılar. Önce İrfan'ı seçtiler. İrfan da direk "O'na sorun O'na. Biraz daha iyi bilir" diyerek beni göstermesiyle elimde haritayı buluverdim. Kızın konuşması biraz değişikti ben direk yabancı bir dil olarak düşünmeye başlamıştım ama başörtülü olduğunu görünce "acebağ" dedim İspanya'da yaşayan araplardan filan mı? İlk önce İrfan'a sormaya çalışmaları da nedense benim kafamda onların yabancı olması ihtimalini destekliyordu. Ben bir yandan haritada tanıdık yer bulmaya çalışırken bir yandan gösterdikleri yeri hatırlamaya çalışıyordum ama en önemlisi nasıl bir dil ile cevap vereyim onu düşünüyordum. Sonunda erkek elemandan Türkçe bir kelime duymanın vermiş olduğu mutlulukla sanki yurt dışında "Türk görmüş Türk" gibi öyle bir "ya hocam sen Türk müsün?" dedim ki mutluluk baloncukların havada uçuştuğunu görmek zor olmamıştı.

O çifti de gönderdikten sonra gezimizin sonuna doğru yaklaşmıştık. Ben her zaman ki İstanbul'umdan ayrılmak istemiyordum fakat geminin beni beklemeyeceği aşikardı. Tam durağın önünden geçerken gelen boş tramvay, acil bir hoşçakalın ile birleşip beni gemime ulaştırdı.


3 Mayıs 2012 Perşembe

Magnifica Presenza

Kötü bir sinema seyircisi olarak öyle ahım şahım yorumlar yapamam ama yediklerimiz bizim olsun gördüklerimizi yazmamız lazım. Neden öyle dedin derseniz herkesin konuştuğu yüzbinlerce gişe yapan filmlerden ziyade ilk filmini çekmiş, Kültür Bakanlığı'ndan destek almış bir film daha çok ilgimi çekiyor benim. Bunun illa ki bir festivalde gösterilmiş olması şart değil. Polis filmini de koyabiliriz bu listeye Ferzan'ın misafirini de.

Okul çıkışı 3 arkadaş gittik sinemaya. Planımız bu filme girmekti. Yemek yerken -filme 10 kala- gelen bir mesaj üzerine büyük holigan Elif muhteşem final'in ilk maçını izlemek için yola koyuldu. Bu arada gitmeden bize turkcell kıyağını yapıp yemekten kalan ufaklık paralarla bilet alma uyanıklığını da gösterdi, kendini affettirdi.

Film başladığında salonda 7 kişiydik. Bittiğinde ise 5. Hemen yaşlı amcaya bağlayıp "Gençler iyi filmden anlamıyor üstadım..." diyesim geliyor ama gerçekten öyle. Hayır bak adam Cem'i de koymuş filme. Hani siz oynayan elemanlara göre gidiyordunuz... Neyse işte başladı film. Güzel İtalya, İtalyanca filan. Vespa da çıktı. Pizzacı gördük. Klişeler tamamlandı. Aha!!! O da ne? Doğaüstü olaylar. Eyvah, daha filmin 10. dakikası ve hayaletler cirit atmaya bense tabiri caizse tırsmaya başladım. Böyle şeylerden etkilendiğimi bilen Özge bana bakıp gülüyor bense filmin adını düşünüyorum ama hatırlayamıyorum. Misafir vardı, korkunç misafir miydi? Davetsiz miydi? Yok yahu öyle isminden korkulacak bir şey olduğu anlaşılmıyordu. Perili köşk müydü? Diye düşünürken İtalyancam da derdimi anlatacak kadar olduğundan çözemiyorum ismi. Aslında şimdi düşünüyorum da derdim de var o anda ama demek ki İtalyancam pek yokmuş.

Filmi izlemeyenler bundan sonrasını okumasın veya okusun gitmelerine gerek kalmaz; Cem hayalet grubunun içinde çıkınca korkularım biraz azaldı. Yani 20 yıldır tüm ülkeyi güldürmüş biri ne kadar korkutabilirdi ki. Farklı bir konu var ortada ve sonuna kadar çözmeye çalışıyorsun, karakterler farklı, kafada oluşturman lazım. Sezen zaten şahane müzikleriyle sahnede bütünlüğü sağlıyor. Kalabalık kadro, başarılı oyunculuklar, Ferzan klişeleri, ağlamaklı son -her ne kadar ağlamadım desen de gördüm:) - derken güzel işte... Ne bileyim -izlemedim ama- Organize İşler'de superman'i oynayan adamın filminden güzeldir kesin. Ama Polis'ten kötü. Zaten Hababam Sınıfı dahil Türkiye'de çekilen her film Polis'ten kötü.

p.s.: Gişe filmlerine bu kadar giydirdik ama Temmuz'da Batman'e giderim beyler, sonra görünce vay şöyle dedin, vay böyle dedin diye gelmeyin bana.

Bu arada tam polis filmiyle ilgili yazarken gelen bir misafirimin telefonda konuştuğu kişiye "Bana mı dedin, bana mı dedin, bana mı dedin?" diye sormasıyla gene tırsmadım değil.

Filmin Türkçe ismini hala bilmiyorum...