31 Mayıs 2012 Perşembe

Johan Elmander Cafe & Carl's jr.

Dakikası dakikasını tutmayan ve bu sene moda olduğu için kullandığımız "muson ormanları tipi iklim" nedeniyle ördek gibi İstanbul sokaklarında dolaşıyordum. Pazartesi sabahıydı, hemen karşı kıyıda kavurucu güneş vardı, ben ıslanıyordum ve derse geç kalmıştım. Gemiden tramvaya kadar pek sorun yoktu, oradan metrobüse geçerken biraz ıslanacaktım ama ya metrobüsten sınıfa gidişte ne olacaktı? Çünkü kanunlara göre yağmur en şiddetli olarak o zaman diliminde yağacaktı. Biz iki Bursa'lı olarak...

Yalnız Türkiye'de Kürt sorunu biter, özgür düşünce tamamen yerleşir, ırkçılık biter; şu hemşehrilik olayı bitmez arkadaş. Ben de seviyorum. İstanbul'da yolun ortasında birini göreyim öpesim geliyor. Emel sınıfta olduğunda "The İstanbullular" benim gözlerimi bağlayıp, domuz bağı yaparlarsa filan hemen kurtarır, imdadıma yetişir gibi geliyor.

Neyse biz iki Bursa'lı olarak ıslanmazsak ayıp olur düşüncesiyle tam o yağmurun en şiddetli anında metrobüsten indik. Emel benden daha önce indiği için tam anlamıyla bir sucuk olmuş, hatta benim hep aklıma gelen fakat ilk kez gördüğüm olay gerçekleşmiş, yağmurdan dolayı telefonu bozulmuştu. Biz iki Bursa'lı sucuk olarak karşılıklı oturmakta dersin bitmesini beklemekteydik. Son zamanlarda zaten zayıflayan Emel ayağa kalktığında, yağmur dolayısıyla daralmış ve vücuduna yapışmış kot ile beraber tam bir "Betty Spaghetti" olmuş ve Zehra Hoca-the smiley- nin dahi dikkatini çekmişti.  

Son 3-4 aydır yaşadığım haftalarımı üçe ayırmak çok mümkün. Eğer okula 3 gün geldiğim haftalardan biriyse, pazartesi sabah gündoğumundan çarşamba geceyarısına kadar öğrenci, perşembeden cumartesiye çalışan, pazar günü ise sporcu şirin oluyorum.(Bu kelimenin nereden aklıma geldiğini okuyucu birazdan anlayacak) Ve bu öğrenci olarak geçen dakikalar beni fazlasıyla mutlu ediyor.

Son haftaların gelmesiyle öğrencilerde yaşanması beklenen rehavetin -ki bu benim bildiğim lisede filan olur, bizim sınıfta pek yok- the büyük hoca cenk bey'de belirmesiyle dersler boş geçmeye başladı. Bu hafta da direk gelmememizi isteyerek yaptığı büyük kıyak bize güzel bir öğleden sonra yaşamamız için fırsat doğurmuştu. Ne yapacağımıza karar verilecekti ama artık şunu öğrenmiştik. Biz metrobüse binip İncirli hatta Zeytinburnu durağına gelene kadar karar veremiyorduk. Bildik yumurta-kapı ilişkisi...

Karar verildi ve Mecidiyeköy durağına kadar gidilecekti. Oturacağımız mekan ise Cevahir'in altında ki gerçek ismini öğrenmemekte-kullanmamakta ısrar ettiğimiz Elmander Cafe olarak tanımladığımız yer olacaktı. Kadroyu sayarsak: (önde oturanlar, soldan sağa: ARS, emin, özge) (arkada ayaktakiler, soldan sağa: hako mako, me, hemşehrim emel, sara)

Yemeğe geçmeye karar verdiğimizde emel, sara ve emin artık bizimle değildi. (ARS! Özel isimlerin ilk harfini dahi küçük yazarken senin isminin tamamını büyük harflerle yazmamı es geçmiyorsundur herhalde) 4 dükkanlık Pelican Mall da dahi karar vermemiz 10-12 dakika sürdüğü için burada ne kadar bekleyeceğimizi tahmin edemiyorduk. Bu sebeple benim fahri marka elçisi olduğum Carl's jr. ı önerdim. Ve gittik. Özge'nin şansına patatesler kötü çıktı ama neyse ki hamburgerin lezzeti onu örtbas ediyordu. Özge -the hamburger üstadı- çok güzel diyemese de güzel not vererek "canım birtanem carl's jr.ımı" beğendi. Hako, ARS ve ben zaten hamburger olsun da her türlü yeriz modundaydık. (yok gerçekten tv'de dönen reklamların bununla bir ilgisi yok)

Yemeğin alay konusu da ben oldum ama bir sor neden? Kola içtim diye. Yaz gelmiş, soslu patatesleri yemişiz. Sonra vay efendim neden 2 galon kola içtin. İçiyorum ama bir sebebi var. Şiddete meyyalim vallahi dertten... İşin aslı da şu; 2-3 bardak kola, deneme amacıyla 1 bardak ice tea(yeni bir marka getiriyor artık the coco-cola company) hazımı kolaylaştımak amacıyla bir bardak da soda. Budur yani. Neyse tabi yemek bahane güzel bir muhabbet oldu gene. ARS iş için aramızdan ayrılırken doldurduğu anket formunu teslim edilmek üzere bize bırakıyordu(ettik de). Havanın kararmaya başlamasıyla dükkan turumuzu da bitirip evlerimize doğru yola koyulduk. 5 duraklık mesafede uyumayı başaran ösge günün uykucusu, iki kişiyi mars eden emel günün değil zaten legend of all times, sara ilk kez dışarıda bizimle takıldı wellcomes, hako mako the loser(çarşambanın da katkısı var), emin günün hastası, ARS gönüllerin king'i ve ben en berbat yazarı seçildim.

Çok uzun oldu diğer günler ayrı yazı olsun.  

Sakın kendinizi sıkmayın
Kendinize çok iyi davranın
Ne olur kendinizi üzmeyin
Bu tür şeyler de çok fazla aklınızda yer etmesin.

26 Mayıs 2012 Cumartesi

Sen benim her gece efkarım

Tamam taraftar da çok güzel söylüyor ama şunu bir düşünün ey beşiktaşlılar. Hava kararmış böyle buz gibi bir soğuk yok, mart-nisan filan. Sadece formayla gitmişsiniz stada. Hareketsiz kalınca üşüyorsunuz ama tribün ısıtıyor. Boğaz havası usul usul giriyor içinize. Maça kalmış 15 dakika. İşte o an stad hoparlörlerinden bu marş başlıyor ya. Eleman önce solo giriyor işte tam o anda vücutta ki tüm tüyler diken diken olmuyor mu? Bu marş için beşiktaşlı olunur filan diyorlar ya işte o an için de stada gidilir arkadaş. Marş aşağıda. Hep yazı bu okuyamıyoruz resim filan koysan iyiydi diyenler; hadi bakalım değil resim video koydum sizin için.


http://youtu.be/g-mWHvHLbSI


24 Mayıs 2012 Perşembe

Son günler ve ARS

İnsanların birbirlerini tanıması zor. Tanışmak, alışmak, anlaşmak. Ben ilkokula başladım aynı arkadaşlarla 5 sene gittik. Hazırlıkta tanıştığım arkadaşlarımı 7 sene her gün ailemden fazla gördüm. Ama bu yüksek lisans hiç olmadı böyle yahu. Ekim'de başladık, ısındık, öğrendik derken bitiverdi. Artık son günlerimizi yaşıyoruz. Havalar da güzel, hal böyle olunca bize de güzelce ve beraberce vakit geçirmek kalıyor.

Salı akşamı dışarıdaydık ama pek bir gelişme olmadı. Kısaca değinip Çarşamba'ya geçeyim. Bakırköy'e... Ya dur ya nasıl unutulur? Olmaz mı hiç yazılacak bir şey. Bizim gruptan bahsediyoruz. ARS'ın yaptıkları aklıma geldi derken arabayı hatırladım. Nereye gidelim ne yiyelim filan derken "süper İstanbul'lu" arkadaşlar Avcılar'dan Aksaray'a giderken Haliç Köprüsü kullanılmalı diye tutturduklarından Büryan Kebabından vazgeçtik ve Bakırköy'de karar kıldık. Ali Haydar...

Bir otomobil ve bir metrobüsümüz olduğundan her zaman ki gibi önce kızlar otomobile binecek yer kalırsa ARS binecek hala yer kalırsa Bursa'lı gurbetçi olarak ben de onlara eşlik edecektim. Ama son sözü araba söyledi. Hatta ondan ziyade çadırlarını sökerken çivileri zeminde bırakmış (Zeynep'in deyimiyle o.ç.şenlikçiler) söylemişti. Güneşin altında değiştirmemiz gereken bir lastik, işimizi görmeyen bir sigorta şirketi, açılamayan bijonlar bizim neşemizi kaçırmaya yetmiyordu çünkü bizim bir ARS'ımız vardı.

Stepneyi taşımaya çalışırken yerde gördüğüm Kont Dracula gölgesi bir an ayaklarımın boşalmasına sebep olduysa da bu ARS'tan başkası değildi. Havayı ancak 25-26 derece ısıtabilmiş olan mayıs güneşinin boynunu bronzlaştıracağından korkan ARS gömleğinin yakasını kaldırmış bizi izliyordu. Daha sonra ise bu taktiğin işe yaramayacağını söyleyip onu işkillendiren muzır arkadaşlarımız yüzünden bir söğüt gölgesi bulup onun altında dikilerek bizi izlemeye devam etti. Lastiği değiştirirken zorlandığımız anlarda bizi neşelendiren bir diğer konu ise Zeynep'in babasıyla olan şahane diyaloğuydu.

Z.: Baba sen arabanın hangi lastiğini yaptırmıştın? Lastik patladı da...
Z.B.: Yavrum evladım ben sana bugün arabayı alma demedim mi?
Z.:(İşte Zeynep'in efsane cevabı) Baba ne alakası var? Sen bana bu sebepten dolayı alma dememiştin ki...

Sonra Zeynep açıkladı ki; babası park probleminden dolayı bugünlük alma demiş. Ama cevap şahaneydi gerçekten.

Neyse lastik oldu fakat bir baktık ki ARS metrobüse doğru giden grubun en önünde hızlı adımlarla arkasına bakmadan yürümekte. Bunun açıklamasını yapmayacağım. İleride kitap basıldığında ARS'ı tanımayan insanlar için her zaman anlaşılamayan veya tahmin edilmesi gereken bir nokta olarak kalacak.

Ali Haydar mı? Aaa o güzeldi. Ali Haydar güzeldi. Yemekler, hizmet, lezzet. Ama arkadaşlık bambaşka.

Çarşamba okul çıkışı ise tarihin en kalabalık gayrı-resmi aktivitesini gerçekleştirdik. Tam 9 kişi Beşiktaş'a yemeğe gitmeye karar kıldık. İnternetten bilet alırken yanlış bir karar sonucunda biletimi her hafta olduğu gibi 9 seferinden almak yerine 7 seferinden aldığımdan ben biraz erken kalkacaktım bu yüzden iskeleye yakın bir yer tercih ettik. 9 kişi olarak girdiğimiz mekanda 7 veya 8 tane macar kebabı siparişi verince ve gözlerimizde ki ışıltıya binaen yemekçi arkadaş "siz boğaziçili misiniz?" diye sordu. Ben de istemsizce "evet" dedim. 5 adım yürüme ve hesap ödeme süresi boyunca Boğaziçili zannedilmek çok da fena değildi açıkçası. Ben çok ivedi yemeği bitirip kalkışa geçtim ve otobüsün anında gelmesi ve trafiğin rahat akması sonucu gemiye yetişebildim.

Yemeğin ardından sınıfımızın en eğlenceli aktivitelerinden olan Tabu oyunu oynamaya geçildi. Beşiktaş'ımızın merkezi çarşı'nın arka sokaklarında yer alan bu cafe biraz kalabalık olsa da Avcılar Avrupa Cafe'ye göre daha tercih edilebilecek bir yerdi. İlk kez oynayacak Gülci ve Murat eğlencenin sinyallerini veriyorlardı.

Aslında yapılması gereken bu iki göbeksiz arkadaşı ARS'ın takımına koymak olmalıydı ama takımlar öyle olmadı. Biz tabii ki bu işin içinde ARS'ın parmağının olduğunu tahmin ediyoruz. Sonuçta kendisi metrobüste yanına bir kadının oturmasını ayarlama yeteneğine sahip bir arkadaş. Çünkü iki erkek yanyana oturduğunda bacaklarını açıyorlar ve sürtüşme oluyor. Neyse takımlar: (ARS-elif s.-ösge ve emel) (murat-gülci-elif m.-emin) şeklindeydi. Murat ve Gülci acemiliğin verdiği heyecanla tüm tabu kelimeleri tabu olmaktan çıkarırken, ARS'ın yaşadığı hazzı tarif etmek imkansızdı. Onların yaptığı her hatayı bulma görevi ARS'a verilmiş gibiydi. Emin'in handikaplı takımını bataklıktan kurtarma amacıyla teşebbüs ettiği zaman tutma hilelerini ARS bir başkomiser Behzat ç. edasıyla çözmekteydi aynı zamanda. Bu eğlenceli dakikalar erkek arkadaşıyla buluşmak üzere mekandan ayrılan Elif s.'nin gidişiyle biraz azalmış sonra eski heyecanlı dakikalara geri dönülmüştü. Elif s. ile geçen bir saat ve elif s.'siz geçen bir başka saat ile birlikte tabu için ayrılan sürenin de sonuna gelinmişti.

9 kişilik grubun 4'ünün anadolu yakasına, 4'ünün avrupa yakasının farklı noktalarına ve birinin de Bursa'ya dağılmasıyla bu haftalık da okul maceramızın sonuna gelinmişti.

17 Mayıs 2012 Perşembe

Gene bir okul çıkışı

Kimimiz sunumunu yapıp kurtulmanın, kimimiz ise sunum yapmadan teslim etmiş olmanın rahatlığıyla terk ediyorduk okulu. 15 dakikada bir değişen hava durumuna aldırmaksızın pazar günü piknik planı yapmaya koyulacaktık. Fakat zatıalilerinin son dakika değişikliğiyle bir sunum daha çıkmıştı ve bu pikniğin bir hafta erteleneceği anlamına geliyordu. Ertelendi de...(yazarın aklına şu anda piknikten, çok yazılacak malzeme çıkacağı geldi ve pikniği ayrı bir heyecanla beklemeye başladı.)

Bir yerlere yemeğe gidilecekti ardından çay-kahve faslı olabilecek bir yerlere. Tabii ki hemen bulunamadı. İşin güzel tarafı metrobüse binilip 7-8 durak geçildiğinde hala katılımcılar ve daha da önemlisi gidilecek yer belli değildi. Fakat güzellikler bitmek bilmeyecekti bu akşamüstü. En güzel ve kabul edilen teklif yemeğe gelmeyecek bir arkadaştan Gülcigit'imizden geldi. Süleymaniye'ye kurufasulyeciye gidilecekti.

Bilen bilir zaten o okulun arasından girip camiye doğru yürürken insan dinlenmeye başlıyor. Biz Özge ile çok aç olduğumuzdan belki o huzuru yaşayamamış olabiliriz. Yani ben kesin yaşamadım onu biliyorum. O anda sadece 5 dakika sonra masamıza gelecek tabakları düşünüyordum. Ben iç dünyamda bunlarla boğuşurken Özge Gizem ile Beyazıt Kampüsü'nün eski kullanım amaçları hakkında bir tartışmaya girmemizi direk es geçiyorum... Hayır geçemiyorum şöyle ki; o bina harbiye nezareti olarak kullanılmadan önce okul değildi. E tabi okul "değilken" kullanılmadan önce de yangın kulesi veya itfaiye değildi. Orada sadece meşhur kule vardı ve yangınları gözetleme amacıyla kullanılıyordu. Okul ise bambaşka yerlerdeydi. Bu başka bir konu, burada uzatmıyorum:) (Bana açken gelmeyin arkadaşlar. Okulla ilgili şu iki cümleyi dün kuramadım ya ona yanarım.)

Masaya oturduğumuzda ben açlığın verdiği moral düşüklüğü ile garson geldiğinde yaptığım standart "kuru fasulye var mı" esprisini es geçmek zorunda kaldım. İçimde kaldı. Neyse ki adam bizden daha esprili biri çıktı da unutulmayacak dakikalar yaşanmasına ön ayak oldu. Biz "iki göbekli" olarak -Hakan ile- kuru fasulye ve pilav söyledik. Göbeksiz arkadaşlar ise -kuru fasulye ve pilav- söylediler. Baştan unuttuğumuz fakat sonradan masaya gelen şahane ötesi soğan tadı ve yemekler ile keyfimiz yerine gelmeye başlamıştı.

Yemekler bittiğinde garson(bundan sonra G.olarak bahsedilecek) hayatımıza girmeye başladı. Çay isteğimize "sıcak mı olsun?" sorusuyla iddialı bir çıkış yapan G. bizimle muhabbet kurmaya çalışıyordu. Hemen tüm tabakları toplamış son tabağı da alıp uzaklara doğru yol alacakken Özge'nin yardım etme isteği G.'nin o gün yaşayacağı tüm dakikaların birden değişmesine sebep olacaktı. G. bunu nereden bilebilirdi? Tam tabağı alırken Özge Gizem ile yaşadığı parmak teması G.'nin abdestini kaçırmıştı. Zaten muhabbete girmeye çalışan G. bu değişik olayı atlamadı ve bize mezhebini ve inceliklerini anlatmaya başladı. Yok efendim büyük kolaylıkmış, patronu bazen kızabiliyormuş...Uzadı gitti. Arkadaşlarım beni çay faslını uzatma konusunda yalnız bıraksa da sağolsun +1 çayımı getirip çaycının halinden anladığını da belli etti bu arada unutmayalım.

Özge'nin G.'nin abdestini kaçırdığı için kendini "suçlu" hissetmesi bahşiş bırakmasıyla bir nebze olsun dinmişti. Biz kalkıp köşeye doğru yaklaştığımızda G.'nin hala "ben öğrencileri çok severim, burayı unutamazsınız" gibilerinden kurduğu cümlelerin devam etmesi, ne kadar konuşmaya aç olduğunun bir kanıtıydı "adetağ".

"Türk kahvesi tabii ki Çorlulu'da içilir" dedik ve yola koyulduk. Kahve içerken her ne kadar çok enteresan bir şey olmasa da şaşılacak bir şey değildi çünkü bu Çorlulu'nun yapısına aykırıydı. Orada güzel muhabbet dönerdi, döndü de; yemekten sonra gidildiyse herkes mayışırdı, mayıştı da... Gelen bir telefon üzerine Ahmet Rs.'yi uğurladık ve mayışmamıza geri döndük.

Buradan kalkıp Eminönü'ne doğru yürürken "Kestirmelerden sorumlu oymakbaşı" Türk Ocağı'nın arasından girmeyi önerdi. Daha önce ki hezimetlerden ders almamış arkadaşları ise bu planı uygulamayı onayladılar. İran Konsolosluğu'nun önünden geçerken İrfan'ın sessiz konuşmaya çalışmasının ve sağ tarafta olan bizlere bakarak yürümesinin nedeni anlaşılmasa da ileri de araştırılacaklar ve ortaya konulacaklar klasörüne atıldı.

Neyse, artık bir yandan saate bakıyorduk gemiye yetişebilir miyiz diye bir yandan da sallanıyorduk denize doğru. Tam valiliğin önünde iki arkadaş elinde harita bize bir şeyler sormak için yaklaştılar. Önce İrfan'ı seçtiler. İrfan da direk "O'na sorun O'na. Biraz daha iyi bilir" diyerek beni göstermesiyle elimde haritayı buluverdim. Kızın konuşması biraz değişikti ben direk yabancı bir dil olarak düşünmeye başlamıştım ama başörtülü olduğunu görünce "acebağ" dedim İspanya'da yaşayan araplardan filan mı? İlk önce İrfan'a sormaya çalışmaları da nedense benim kafamda onların yabancı olması ihtimalini destekliyordu. Ben bir yandan haritada tanıdık yer bulmaya çalışırken bir yandan gösterdikleri yeri hatırlamaya çalışıyordum ama en önemlisi nasıl bir dil ile cevap vereyim onu düşünüyordum. Sonunda erkek elemandan Türkçe bir kelime duymanın vermiş olduğu mutlulukla sanki yurt dışında "Türk görmüş Türk" gibi öyle bir "ya hocam sen Türk müsün?" dedim ki mutluluk baloncukların havada uçuştuğunu görmek zor olmamıştı.

O çifti de gönderdikten sonra gezimizin sonuna doğru yaklaşmıştık. Ben her zaman ki İstanbul'umdan ayrılmak istemiyordum fakat geminin beni beklemeyeceği aşikardı. Tam durağın önünden geçerken gelen boş tramvay, acil bir hoşçakalın ile birleşip beni gemime ulaştırdı.


3 Mayıs 2012 Perşembe

Magnifica Presenza

Kötü bir sinema seyircisi olarak öyle ahım şahım yorumlar yapamam ama yediklerimiz bizim olsun gördüklerimizi yazmamız lazım. Neden öyle dedin derseniz herkesin konuştuğu yüzbinlerce gişe yapan filmlerden ziyade ilk filmini çekmiş, Kültür Bakanlığı'ndan destek almış bir film daha çok ilgimi çekiyor benim. Bunun illa ki bir festivalde gösterilmiş olması şart değil. Polis filmini de koyabiliriz bu listeye Ferzan'ın misafirini de.

Okul çıkışı 3 arkadaş gittik sinemaya. Planımız bu filme girmekti. Yemek yerken -filme 10 kala- gelen bir mesaj üzerine büyük holigan Elif muhteşem final'in ilk maçını izlemek için yola koyuldu. Bu arada gitmeden bize turkcell kıyağını yapıp yemekten kalan ufaklık paralarla bilet alma uyanıklığını da gösterdi, kendini affettirdi.

Film başladığında salonda 7 kişiydik. Bittiğinde ise 5. Hemen yaşlı amcaya bağlayıp "Gençler iyi filmden anlamıyor üstadım..." diyesim geliyor ama gerçekten öyle. Hayır bak adam Cem'i de koymuş filme. Hani siz oynayan elemanlara göre gidiyordunuz... Neyse işte başladı film. Güzel İtalya, İtalyanca filan. Vespa da çıktı. Pizzacı gördük. Klişeler tamamlandı. Aha!!! O da ne? Doğaüstü olaylar. Eyvah, daha filmin 10. dakikası ve hayaletler cirit atmaya bense tabiri caizse tırsmaya başladım. Böyle şeylerden etkilendiğimi bilen Özge bana bakıp gülüyor bense filmin adını düşünüyorum ama hatırlayamıyorum. Misafir vardı, korkunç misafir miydi? Davetsiz miydi? Yok yahu öyle isminden korkulacak bir şey olduğu anlaşılmıyordu. Perili köşk müydü? Diye düşünürken İtalyancam da derdimi anlatacak kadar olduğundan çözemiyorum ismi. Aslında şimdi düşünüyorum da derdim de var o anda ama demek ki İtalyancam pek yokmuş.

Filmi izlemeyenler bundan sonrasını okumasın veya okusun gitmelerine gerek kalmaz; Cem hayalet grubunun içinde çıkınca korkularım biraz azaldı. Yani 20 yıldır tüm ülkeyi güldürmüş biri ne kadar korkutabilirdi ki. Farklı bir konu var ortada ve sonuna kadar çözmeye çalışıyorsun, karakterler farklı, kafada oluşturman lazım. Sezen zaten şahane müzikleriyle sahnede bütünlüğü sağlıyor. Kalabalık kadro, başarılı oyunculuklar, Ferzan klişeleri, ağlamaklı son -her ne kadar ağlamadım desen de gördüm:) - derken güzel işte... Ne bileyim -izlemedim ama- Organize İşler'de superman'i oynayan adamın filminden güzeldir kesin. Ama Polis'ten kötü. Zaten Hababam Sınıfı dahil Türkiye'de çekilen her film Polis'ten kötü.

p.s.: Gişe filmlerine bu kadar giydirdik ama Temmuz'da Batman'e giderim beyler, sonra görünce vay şöyle dedin, vay böyle dedin diye gelmeyin bana.

Bu arada tam polis filmiyle ilgili yazarken gelen bir misafirimin telefonda konuştuğu kişiye "Bana mı dedin, bana mı dedin, bana mı dedin?" diye sormasıyla gene tırsmadım değil.

Filmin Türkçe ismini hala bilmiyorum...

1 Mayıs 2012 Salı

Başbakanı dinlemek

İlk kez bir başbakanın konuşmasını aynı salonu paylaşarak dinleyecektim. Orada asıl bulunma amacım bu olmasa da bu konuşma dikkate değer, ilgi çeken bir konuydu. Salona geldiğinde anons yapıldı ve hazirûn 5 bin kişi ayağa kalktı ve alkışlamaya başladı. Stadyum çocuğu olarak söylemeliyim ben, Karakaltalım Liverpool'a futbol dersi verdiğinde dahi böyle bir coşku görmemiştim.

Alkış neredeyse 3 dakika sürdü. Zaten kendisi tüm protokolle selamlaştığı için bu süreyi doldurmak kolaydı. Tarafsız bir gözlemci olarak söylemeliyim ki Erdoğan'ın liderliği tartışılmaz. Hitabet gücü ve kendine güveni de cabası. Salona geldiği andan 75 dakika sonra başladığı konuşması -prompter yardımıyla- 50 dakika kadar sürdü ve gene gündem oluşturacak konulara değindi.

Erdoğan on yıldır Türkiye'de daha önce yapıl(a)mayan bazı işlere imza atıyor, kimilerini sevindiriyor, kimilerini kızdırıyor, kimilerini umutlandırıyor. Yastıklardan yaptığı evinde gündemi izleyen bana ise önümüzde ki yıllarda ortaya çıkacak tabloyu hayal etmekten başka seçenek kalmıyor.

Şehir fırtınaya teslimken çikolata almak

Sabahtan günlük güneşlik havaya uyanıldığında "tamam artık bahar geldi gitmez" düşünceleri geçmişti akıllardan. Fakat öğleden sonra ortaya çıkan fırtına her şeyi allak-bullak edebilecek güçteydi. Halbuki sabahtan pek bir "sessizlik" olduğu da söylenemezdi.

Biz şehirden 1 saatlik uzaklıkta bir odada tıkılmış kalmışken gelen haberler korkutmaktaydı. Reklam tabelaları devrilmiş, toplu taşıma yolları kapanmıştı; köprüde kaza olmuş diğer köprü ise meşhur San Francisco köprüsü gibi sallandığından trafiğe kapatılmıştı. Vapurlar iptal edilmiş, otoyollarda dahi hız sınırı 40 km'ye düşürülmüştü.

Bir buçuk-iki saatlik esaretin ardından özgürlüğümüze kavuştuğumuzda hepimiz normal şartlar altında en yakını 100 dakika mesafede olan evimize nasıl ulaşacağımızı düşünüyorduk. Bizi emelimize ulaştıracak araca doğru giderken bir otomat gözümüze çarpmıştı. İçinde çeşit çeşit bisküviler, her tattan çikolatalar ve değişik içecekler vardı.

Her biri bu dünyada çeyrek asır geçirmiş, öğrencilikte yirminci yıllarını kutlayan bu esirler kendilerini makinenin büyüsüne kaptırmışlardı. Şehrin altının üstüne gelmesinin, köprülerin yıkılmasının onlar için bir önemi yoktu. Şu anda tek gerçek kremanın beyaz çikolatalı mı yoksa antep fıstıklı mı olması gerekliliğiydi. Uzun müzakereler sonucunda karar alınmıştı ve fırtınanın bilinmezliklerine doğru yola çıkıldı.