17 Mayıs 2012 Perşembe

Gene bir okul çıkışı

Kimimiz sunumunu yapıp kurtulmanın, kimimiz ise sunum yapmadan teslim etmiş olmanın rahatlığıyla terk ediyorduk okulu. 15 dakikada bir değişen hava durumuna aldırmaksızın pazar günü piknik planı yapmaya koyulacaktık. Fakat zatıalilerinin son dakika değişikliğiyle bir sunum daha çıkmıştı ve bu pikniğin bir hafta erteleneceği anlamına geliyordu. Ertelendi de...(yazarın aklına şu anda piknikten, çok yazılacak malzeme çıkacağı geldi ve pikniği ayrı bir heyecanla beklemeye başladı.)

Bir yerlere yemeğe gidilecekti ardından çay-kahve faslı olabilecek bir yerlere. Tabii ki hemen bulunamadı. İşin güzel tarafı metrobüse binilip 7-8 durak geçildiğinde hala katılımcılar ve daha da önemlisi gidilecek yer belli değildi. Fakat güzellikler bitmek bilmeyecekti bu akşamüstü. En güzel ve kabul edilen teklif yemeğe gelmeyecek bir arkadaştan Gülcigit'imizden geldi. Süleymaniye'ye kurufasulyeciye gidilecekti.

Bilen bilir zaten o okulun arasından girip camiye doğru yürürken insan dinlenmeye başlıyor. Biz Özge ile çok aç olduğumuzdan belki o huzuru yaşayamamış olabiliriz. Yani ben kesin yaşamadım onu biliyorum. O anda sadece 5 dakika sonra masamıza gelecek tabakları düşünüyordum. Ben iç dünyamda bunlarla boğuşurken Özge Gizem ile Beyazıt Kampüsü'nün eski kullanım amaçları hakkında bir tartışmaya girmemizi direk es geçiyorum... Hayır geçemiyorum şöyle ki; o bina harbiye nezareti olarak kullanılmadan önce okul değildi. E tabi okul "değilken" kullanılmadan önce de yangın kulesi veya itfaiye değildi. Orada sadece meşhur kule vardı ve yangınları gözetleme amacıyla kullanılıyordu. Okul ise bambaşka yerlerdeydi. Bu başka bir konu, burada uzatmıyorum:) (Bana açken gelmeyin arkadaşlar. Okulla ilgili şu iki cümleyi dün kuramadım ya ona yanarım.)

Masaya oturduğumuzda ben açlığın verdiği moral düşüklüğü ile garson geldiğinde yaptığım standart "kuru fasulye var mı" esprisini es geçmek zorunda kaldım. İçimde kaldı. Neyse ki adam bizden daha esprili biri çıktı da unutulmayacak dakikalar yaşanmasına ön ayak oldu. Biz "iki göbekli" olarak -Hakan ile- kuru fasulye ve pilav söyledik. Göbeksiz arkadaşlar ise -kuru fasulye ve pilav- söylediler. Baştan unuttuğumuz fakat sonradan masaya gelen şahane ötesi soğan tadı ve yemekler ile keyfimiz yerine gelmeye başlamıştı.

Yemekler bittiğinde garson(bundan sonra G.olarak bahsedilecek) hayatımıza girmeye başladı. Çay isteğimize "sıcak mı olsun?" sorusuyla iddialı bir çıkış yapan G. bizimle muhabbet kurmaya çalışıyordu. Hemen tüm tabakları toplamış son tabağı da alıp uzaklara doğru yol alacakken Özge'nin yardım etme isteği G.'nin o gün yaşayacağı tüm dakikaların birden değişmesine sebep olacaktı. G. bunu nereden bilebilirdi? Tam tabağı alırken Özge Gizem ile yaşadığı parmak teması G.'nin abdestini kaçırmıştı. Zaten muhabbete girmeye çalışan G. bu değişik olayı atlamadı ve bize mezhebini ve inceliklerini anlatmaya başladı. Yok efendim büyük kolaylıkmış, patronu bazen kızabiliyormuş...Uzadı gitti. Arkadaşlarım beni çay faslını uzatma konusunda yalnız bıraksa da sağolsun +1 çayımı getirip çaycının halinden anladığını da belli etti bu arada unutmayalım.

Özge'nin G.'nin abdestini kaçırdığı için kendini "suçlu" hissetmesi bahşiş bırakmasıyla bir nebze olsun dinmişti. Biz kalkıp köşeye doğru yaklaştığımızda G.'nin hala "ben öğrencileri çok severim, burayı unutamazsınız" gibilerinden kurduğu cümlelerin devam etmesi, ne kadar konuşmaya aç olduğunun bir kanıtıydı "adetağ".

"Türk kahvesi tabii ki Çorlulu'da içilir" dedik ve yola koyulduk. Kahve içerken her ne kadar çok enteresan bir şey olmasa da şaşılacak bir şey değildi çünkü bu Çorlulu'nun yapısına aykırıydı. Orada güzel muhabbet dönerdi, döndü de; yemekten sonra gidildiyse herkes mayışırdı, mayıştı da... Gelen bir telefon üzerine Ahmet Rs.'yi uğurladık ve mayışmamıza geri döndük.

Buradan kalkıp Eminönü'ne doğru yürürken "Kestirmelerden sorumlu oymakbaşı" Türk Ocağı'nın arasından girmeyi önerdi. Daha önce ki hezimetlerden ders almamış arkadaşları ise bu planı uygulamayı onayladılar. İran Konsolosluğu'nun önünden geçerken İrfan'ın sessiz konuşmaya çalışmasının ve sağ tarafta olan bizlere bakarak yürümesinin nedeni anlaşılmasa da ileri de araştırılacaklar ve ortaya konulacaklar klasörüne atıldı.

Neyse, artık bir yandan saate bakıyorduk gemiye yetişebilir miyiz diye bir yandan da sallanıyorduk denize doğru. Tam valiliğin önünde iki arkadaş elinde harita bize bir şeyler sormak için yaklaştılar. Önce İrfan'ı seçtiler. İrfan da direk "O'na sorun O'na. Biraz daha iyi bilir" diyerek beni göstermesiyle elimde haritayı buluverdim. Kızın konuşması biraz değişikti ben direk yabancı bir dil olarak düşünmeye başlamıştım ama başörtülü olduğunu görünce "acebağ" dedim İspanya'da yaşayan araplardan filan mı? İlk önce İrfan'a sormaya çalışmaları da nedense benim kafamda onların yabancı olması ihtimalini destekliyordu. Ben bir yandan haritada tanıdık yer bulmaya çalışırken bir yandan gösterdikleri yeri hatırlamaya çalışıyordum ama en önemlisi nasıl bir dil ile cevap vereyim onu düşünüyordum. Sonunda erkek elemandan Türkçe bir kelime duymanın vermiş olduğu mutlulukla sanki yurt dışında "Türk görmüş Türk" gibi öyle bir "ya hocam sen Türk müsün?" dedim ki mutluluk baloncukların havada uçuştuğunu görmek zor olmamıştı.

O çifti de gönderdikten sonra gezimizin sonuna doğru yaklaşmıştık. Ben her zaman ki İstanbul'umdan ayrılmak istemiyordum fakat geminin beni beklemeyeceği aşikardı. Tam durağın önünden geçerken gelen boş tramvay, acil bir hoşçakalın ile birleşip beni gemime ulaştırdı.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder